11 Temmuz 2014 Cuma

İlk Motosiklet Kazası

Hayatımda hiç kaza yapmamıştım. Geçen gün ilk kez bir kaza geçirdim. İlk olunca yazmak istiyor insan. Ne demekse şimdi bu cümle? Neyse boş verip olayımıza dönelim. Efenim, geçen gün kendi yolumda sakin sakin ilerlerken sağ tarafımdaki tali yoldan bir pizzacı motoruyla önüme çıkıverdi. Eleman beni görünce frenlere asıldı ve haliyle motoru kaydı, kendi bir yere motoru tam benim önüme. Öyle bir andı ki fren yapamadım, yanından da geçemedim. Ee Tenere var altımda namı değer Arsız adı, üstünden geçeyim dedim. Önümde yatan motorun üzerinden atlayıverdik. Atlama sırasında Arsız'ın altından KÜT diye bir ses geldi. Haliyle vurdum tabi altımdaki motora. Velhasıl kelam ben düşmeden durdum, indim aşağı. Elemanın yanına koştum. Hiç bir şey yok, ufak tefek sıyrıklar, önemli değil yani, zaten bende de bir şey yok. Amma elemanın motoru pert. Neredeyse ikiye bölmüşüm. Baktım eleman normal, Arsız'ın yanına koştum. Eğildim altına. Gelelim bu maceranın ana fikrine. Koruma demiri ve kartel koruma candır. İyi ki vermişim o kadar parayı bunlara. Hiç bir şey yoktu Arsız’da. Madem görevlerini başarıyla yerine getirmiş bu iki eleman isimlerini de söyliyeyim. Givi kartel koruma ve Hepco Becker Motor koruma. Hepco Becker motor koruma aynı zamanda karteli de koruyor hafiften.


Bir de nasihat verip maceranın sonuna gelelim. Eleman kask takıyordu ancak kaskı bağlamamıştı. Her şey gözümün önünde olduğundan net bir şekilde gördüm olanları. Eleman düşer düşmez kafasını yere vurdu. Kaskı bağlı olmadığından kask yere vurur vurmaz elemanın başından fırladı gitti. Ama eleman ikinci kez vurmadı kafasını, vursaydı neler olurdu kimbilir. Siz siz olun kaskınızı bağlayın.


Bu arada daha önce Arsız’la bir motorun üzerinden atlayacağım hiç aklıma gelmezdi. Psikolojik bir şey sanırım, demek istediğim kendimi çarpıp düşmeye değil de üzerinden atlamaya şartladım. Ama yine de şansım yaver gitti. Sonuçta düşmedim. Hatta çevredeki izleyicilerin bazıları alkış bile tuttuJ

Çarptığım elemanın motoru neredeyse ikiye bölünmek üzereydi. Motorunu topladık, kaldırdık falan. Eleman dediki, “abi iyi oldu aslında, zaten dökülüyodu, bu vesileyle yenilerim artık”.

Aslına bakarsanız ne kartel koruma ne de motor koruma değil, sevgili arkadaşım Ayten’in Arsız için yaptığı nazar boncuğu beni korumuş olabilirJ


Bırakalım bunları bir kenara da, elin adamı çöl geçelim, dağ bayır gezelim diye Tenere’yi yapsın, koruma aparatları üretsin, sen gel şehrin göbeğinde scotterin üzerinden atla. Tenere ismi bile karizmatik. Bakın ne demek:

“Sahara çölünde ıssız ve büyük Kum tepelerinden oluşan bir yer varmış. Bu yer gezegendeki diğer her şeyden en uzak ve en unutulmuş yer olduğundan adı "Hiçlik Ülkesi" imiş. Çöl insanları Türkçe'de Hiçlik ülkesi anlamına gelen bu yere TENERE diyorlarmış.


Ne diyelim Dünyanın bin türlü hali var işte…

15 Kasım 2013 Cuma

Bir Garip Motosiklet Rüyası

Geçen hafta sonu hayatımda ilk kez kalabalık bir şekilde yaklaşık 10 motosiklet Ulubey Kanyonuna gittim. Başka şehirlerden gelen başka motorcularla beraber yaklaşık 40 motorsikletli olarak kanyonda kamp kurduk.



Şimdiye kadar hep yalnız yolculuklar yaptım. Daha doğrusu yola motosikletimle tek başına ya da sevdiğim biri artçım olarak yollara koyuldum hep. Yoldayken arkadaşlarım oldu beraber yol aldığım. Bu Ulubey gezisi ilk kez ekiple beraber hareket ettiğim, ekip sürüşü denilen şeyi ilk kez yaşadığım bir yolculuktu.

Yok anacıım. Bana göre değil ekip sürüşü falan. İp gibi dizilip peş peşe gitmek çok heybetli gibi gözükse de, durmak istediğin yerlerde duramayınca, fotoğraf çekmek istediğin manzaraları kaçırınca, o görkemli motosiklet kıyafetlerinin içinde, açılın ben geliyorum diyen albenilisi bol iki tekerinin üzerinde teknik bir amele oluyorsun. İlk gün sabahın erken saatinde bindiğimiz motosikletlerimizin üzerinde tam iki saat kırk dakika yolculuk yaptıktan sonra mola verildi. Haliyle ben de bu sayede iki teker üzerinde ayağım yere basmadan en uzun süre kalma rekorumu kırmış oldum. Yanlız olsaydım eğer en az 3-5 kez durmuştum. Yanlız olsaydım belki de o gün Ulubey’e hiç varmazdım, belki hareket ettikten 10 dakika sonra bi yer hoşuma gider, orada saatlerce, uzun uzun kalırdım. Ya da hiç bir yer hoşuma gitmez, sıkıntıdan herkesden önce varırdım. Ne bileyim yaw, iki tekerle bir yere varılmaz, yolda olunur hep.

Tek başınalık güzeldir. Tek başına olduğunun farkında olmak daha bi güzeldir. Her gün bir sürü kalabalık içerisinde tek başına olan insanlar görürüm. Böyle çevresi geniş insanlara üzülür dururum.



Arkadaş; insanlar nasıl motosiklet kullanıyorlarmış yahu. Virajlara bir giriyorlar, bir yatıyorlar önümde. La acaip gaza geliyorsun. Onlar yatarsa ben de yatarım diyorsun giriyorsun viraja. Ya o orman yollarında o kadar hızlı gidilirmiş demek. Düşmüyosun la. Gidiyo valla. Endurocuysan orman yolları tercih edilir arkadaş.:) Tabi ben yıllarca tek başıma gittiğimden kullandığım motosikletin neler yapabildiğini ekip sürüşünde anladım geçen hafta sonu. Bir de şöyle bir şey oldu bana, önümde kim giderse onun peşinden hiç ayrılmadım. Adam ralliciymiş, motogp şampiyonuymuş farketmeyecekti yani. Önümdeki hızlandı ben de hızlandım, o yattı virajda ben de yattım la hız kesmeden. Yani yol mol hikaye oldu. Nooldu ben de anlamadım ama eve döndüğümde bütün kaslarım ağrıyordu, nasıl kasmışsam kendimi artık. Sanki o kadar yolu bisikletle gidip gelmiş gibiydim.

E tabi böyle gidince, alışılmadık virajlara girişler hızlanmalar falan, kamp kurduğumuz gece yorgunluktan ruhumu hemencecik teslim etmişim. Nasıl yer etmişse bilinç altımda artık, ahan da şöyle bi rüya gördüm:

Motosikletle bir yola çıkıyorum. Uzunca bir yol ama zaman çok az. Acelem var yani, varacağım yere hemen varmam lazım. E tabi basıyorum gaza. Keskin bir viraj geliyor. Acelem var ya benim, bırakın freni hız bile kesmeden yatıyorum otuz derece açıyla, dalıyorum viraja. Buraya kadar her şey normal. Anacım viraj bitiyor yol düzleşiyor ancak ben yattığım gibi kalıyorum. Kendimi düzleyemiyorum yani. Düşmüyorum da. Gidiyorum yani öyle yatık yatık. La diyorum bi terslik var noluyo. Neyse tüm yolu öyle yatık bir şekilde tamamlayıp varacağım yere varıyorum. Frenlere asılıyorum Arsız duruyor. Ama ben bir türlü inemiyorum. Düşmüyorumda, öyle kalıyorum yatık vaziyette otuz derece açıyla. Geldiğim yer kamp yeriymiş, başka motorcular var. Toplanıyorlar başıma.

Diyorum “yardım edin, inemiyorum”. Etrafımda dolanıp duruyorlar, bi anlam veremiyorlar. İçlerinden bir tanesi nereden geldiğimi soruyor, Antalya’dan diyorum. Adam Arsız’ın plakasına bakıyor, “iyi de” diyor, “senin plaka İtalya plakası”. “Nasıl ya” diyorum. Arkadaş, meğersem ben italik olmuşum ya! Diyorlar “tamam ya, sen italik olmuşsun”.

Sonra büyük kalın mı kalın bir kitapta kendimi arıyorum. Meğerse yer yüzündeki her insan bir kelimeymiş ve tüm insanlık uzun mu uzun bir metinden ibaretmiş. Bu metin de, benim kendimi aradığım büyük kalın kitapmış. Sonunda kendimi bulduğum kitapta herkes düz, bir tek ben italikim.

Kısaca, aklımın ayarını seveyim...



Hani böle acaip usta motorcular varya, virajlara hızla giriveren, yatıveren. Bunlar bilmem kaç saatte bilmem ne çölünü geçmişlerdir falan. Ya da “iyi” bisikletçiler var ya, bilmem nereye tırmanan, şu kadar kısa zamanda büyük turlar yapan, hiç yorulmayan. Hatta bir sürü insan vardır onların peşlerinde etraflarında. Kalabalıklardır yani.

Ben varya, bunlardan hiçbirisi değilim la. Yani kötü motor kullanıyorum belki. Bisikletle de hemen nefesim kesiliverir. Herkesin 40 dakikada çıktığı yeri ben bir gün pedallarım. Gidişlerimden çok verdiğim molaların hastasıyım. Eldivenimin kenarından girip vücudumu ürperten rüzgarın kankası, durduğum köy kahvesinde oturan en yaşlı amcanın içtiğim çaya bakışıyım ben.



Tek başınayım la ben, aklımı seveyim...:)


15 Eylül 2012 Cumartesi

İki Teker Üzeri Kaçkarlar


Üniversite yıllarımda dağcılık yaparken gitmekten kendimi alamadığım bir yerdi Kaçkar dağları. Hemen hemen her yazımın iki ya da üç haftasını bu bölgede geçirirdim. Hatta kışın ara dönemde bile gittiğim olmuştur oralara. Bir çok ülke ve farklı coğrafyalarda bulunmama rağmen bu kadar olağan üstü bir doğayla, yeşille ve iklimle daha önce hiç karşılaşmadım. Bir seferinde Kanada’lı dağcılarla karşılaşmıştım o güzelim yaylaların birinde. Bilirsiniz Kanada Dünyanın en güzel ve en yeşil ülkesi olarak bilinir. Bu dağcılar bile gördükleri manzaralar karşısında dilleri tutulmuştu. Hatta bir tanesi bana neden burada yaşamıyorsun ki diye sormuştu.



O yıllarda tırmanış çantam, çadırım ve tüm ekipmanlarım sırtımda, o bölgede, 2000-3000 metre arası yukarıdaki yaylalarda sırtları aşarak, krater göllerinin yanında kamp kurarak haftalarca yürürdüm. Hep hayalimde buralara motorsikletimle gelmek olurdu. Ama ne zaman Kaçkarlara bir motosiklet yolculuğu planlasam hep benimle gelmek isteyen dört beş kişi olur, iki teker yolculuk planını iptal etmek zorunda kalırdım. Çoğu kez Ankara’dan otostopla ikişerli gruplar halinde Samsun’da buluşup, buradan feribotla Rize’ye kadar güvertede yıldızları seyrederek varırdık. O yıllardan bugüne neredeyse yedi sekiz sene geçti. Geçtiğimiz bayram tatilinde sevgilimle beraber Arsız’a atlayıp Kaçkarlar’a yeniden merhaba demeyi planlamıştık bile. Ancak bu sefer Antalya’dan yola çıkacağımız için önümüzde uzun bir yol vardı. Yani kısaca, Türkiye’nin sol alt köşesinden sağ üst köşesine iki teker gidip gelecektik ve bu yolculuğu 8 güne sığdırmalıydık. Yolculuğumuzun sonunda Arsız’ın kilometre sayacı tam 3100km yaptığımızı gösteriyordu.



Aylardan Ağustos olunca ve Antalya’da iseniz inanılmaz bir sıcakla karşı karşıyasınızdır. Ilk gün öğlene doğru Arsız’ı yükledik. Oldukça kalın kıyafetlerimizi ve çizmelerimizi giydiğimizde o bunaltıcı sıcaktan bir an önce kaçmamız gerekiyordu. Manavgat yolundan Akseki, Konya yoluna dönüp tırmanmaya başladığımızda hava da serinlemeye başladı. Tabiki otoyollardan ziyade köy yollarını tercih ediyorduk. Akseki’nin bir dolu köyü ve ilçesini dar yollardan geçerek İbradı’ya oradan da Beyşehir gölünün yanına vardık. Hava artık sıcak değil, hatta geceleri çadırımızda uyku tulumlarımıza giriyorduk.



Akseki, Antalya’nın kuzeyinde Torosların tepelerinde bir ilçe, ancak çok güzel bir coğrafyası var. burnumuzun dibinde olmasına ragmen nedense çok az biliyoruz oraları. Mola verdiğimiz köylerde bize bin bir türlü festivalden bahsedip fotoğraflar gösterdiler, davet ettiler. Mağaralar, şelaleler ve nice güzel dağ rotaları. Oralara ayrıca bisikletle gitmek keşfetmek gerek. Hem rakım yüksek olduğundan Antalya şehrinin saçma sıcağı da Ağustos olmasına rağmen yoktu.



Beyşehir gölü büyük bir göl. Kumsalı, plajı falan da var. Kamp alanı da bulabililirsiniz kolayca. Serin bir suyu var. Sadece yanınızda kesinlikle sinkov bulundurmanız gerek. Hava kararır kararmaz vampir büyüklüğünde sivrisinekler çıkıyor meydana. Ilk günün sonunda göl kenarında çadırımızı kurduk.



Ikinci gün, Konya üzerinden Nevşehir’e doğru yola çıktık. Hayatımda ilk kez Kapadokya’yı görecektim. Bu arada Konya ile ilgili mühim bir şeyi anlatmadan geçmeyeceğim. Konya’ya girer girmez muntazam bisiklet yolları karşıladı bizi. Yani bu anlamda bir Avrupa şehrinde hissettim kendimi. Öyle kaldırım üzerine çizilmiş çizgilerden bahsetmiyorum. Tamamen olması gerektiği gibi, hem kaldırımdan hem de oto yoldan tamamen ayrılmış, bölünmüş bisklet yollları şehrin her yerindeydi. Üstelik bisiklet yollarını mavi rankle boyamışlar ve göze çarpar hale getirmişlerdi. Kavşaklar falan aynı Avrupa’daki gibiydi. Üstelik kartla bisiklet alabileceğiniz bisiklet parkları da var her yerde. E malum, durum böyle olunca Konyalılar bisikleti bir ulaşım aracı olarak kullanıyorlar. Bu arada hatırlatayım, bisikletin bir ulaşım aracı olduğunu anlatan ne bir bisiklet grubu var Konya’da ne de sol bir belediyesi var. Yani neymiş, halk isterse olurmuş. Öyle bir baskı olacak ki sistem bu yolları seve seve yapmak zorunda kalacak arkadaş. Yoksa “tamam yapacağız” şeklindeki sözleri yer durursunuz mal gibi…




Ikinci gün kampımızı Ankara’dan sevgili dostlarımızın tavsiyesiyle Ürgüp Ortahisardaki Tandır kafenin bahçesine kurduk. Burayı herkese şiddetle tavsiye ederim. Ortahisar belediye parkın içindeki Tandır kafeyi çok sevimli bir amca ve kızı işletiyor. Ortam da çok güzel, zaten bir vadiye doğru iniyor bahçesi. Çadır kurmak için para almıyorlar. Istediğiniz yere çadırınızı kurun, hatta müşteriler gittikten sonra köşke geçip döşeklerin üzerinde bile uyuyabilirsiniz muhteşem bir manzara eşliğinde. Bu Kapadokya bölgesi öyle bir günde gezilecek bir yer değil. Ayrıca gelmek lazım buralara.






Üçüncü gün Erciyes dağı bize eşlik etti yol boyunca ve Sivas şehrine ulaştık. Çifte minarenin önünde fotoğraf çektirdik. Akşam üzeri, Sivas’tan yola çıkıp Zara ilçesine oradan da Su Şehri'ne ulaştık. Zara’da verdiğimiz bir molada kamyon şöförleriyle sohbet ettik uzun uzun. Bu arada sevgili kayın kız kardeşim Fatoş, Hayriye’ye göz yaşartıcı sprey vermiş yola çıkarken. Malum, Hayriye’nin ilk uzun motosiklet yolculuğuydu, yani yollarda ise kamyoncular kötüdür, öyle bir algı vardır. Kamyonculardan korunmak için göz yaşartıcı sprey ne işimize yarayacak tartışılır da bu yargı aslında hem doğru hem yanlış. Hayatımın çoğu hep uzun yolculuklarla geçti ve yollarda gerçekten de hem çok iyi hem de çok kötü kamyoncularla karşılaştım ben. Aslında Türkiye böyle bir ülke. Başınıza her şey gelebilir. Yani beni kamyonuna alan, rotası olmadığı halde beni gideceğim yere bırakan, karnımı doyuran hatta harçlık vermek isteyen kamyon şöförleri gördüm ben. Ancak İtalyan Barış gelininin başına gelenleri de unutmamak gerek. Demek istediğim riskli bir ülke burası, hem iyiyi hem kötüyü dibine kadar yaşayabilirsin. Işte bence bu ülkenin Avrupa’daki bir ülkeden en belirgin farkı da bu.






O gün Zara’da festival varmış, hatta Muazzez Abacı geliyormuş. Bu sevimli kamyon şöförleri bizi bırakmak istemediler. Ancak biz hava kararana kadar yolculuk yapmaya kararlıydık çünkü yolumuz oldukça uzun. Bu şöför abilerle vedalaştık. Hatta Arsız’ın navigasyonu olmasına rağmen ve bunu söylememize rağmen her biri uzun uzun yolu tariff etti bize. Dediler ki, “kaybolursanız geri dönün, biz sizi misafir ederiz…”



Su Şehri'ne ulaştığımızda hava kararmıştı. Yorgunluğun da etkisinde kamp alanı aramak istemedik ve burada bir otelde konakladık. Duş almak ve yumşak bir yatakta uyumak iyi geldi. Bu arada hava artık oldukça soğuk.

Ertesi gün rotamız Şebinkarahisar üzerinden Giresun’a varmak. Bu rotayı bence herkes yapmalı. Gerçekten muhteşem bir manzara eşliğinde 2200 metreye kadar tırmanıp, Karadenizin o yeşilliğiyle beraber denize iniyorsunuz. Harika bir yol gerçekten. Yukarı zıplayıp bulutlara dokunup yere düşmek gibi gerçekten. Oldukça dar ama bir o kadar güzel bir manzarayla beraber kıvrılarak iniyorsunuz aşağı. Artık Karadeniz bölgesindeyiz, toprak ya da taş değil yeşilin bin bir tonunu görmekteyiz her yerde. Bu yol üzerinde verdiğimiz bir molada kaynak maden suyu vardı. Yol kenarında bir çeşmeden sürekli akan bu suyun maden suyu olduğuna inanmamıştım ta ki tadına bakana dek. Mevsim gereği, fındık bahçeleri bize eşlik eder oldu. Herkes fındık topluyordu ve toplanan fındıkları yol kenarlarında kurumaya bırakmışlardı. Bu fındıklardan tabi ki de yedik. Ama dikkat edin çok yemeyin, cırcır olursunuz…






Giresun’dan sonra duble yol olan Karadeniz sahil yolu bizi Ardeşen’e kadar götürdü. Yanlız ben en son geldiğimde böyle bir yol yoktu ve bu yolun yapılma sürecini vs medyadan takip etmiştim bolca. Yani şöyle bir şey, dümdüz çok şeritli bir bölünmüş yol ama bu yol bütün Karadeniz sahilini yok etmiş. Dalgalar kumları yalayamıyor, çoğu sahil şeridi betonlarla doldurulmuş bu yol için, üzerinde daha çok motorlu taşıt gitsin diye…




Fırtına vadisine girdiğimizde hava kararmak üzereydi. Çamlıhemşin’i de geçerek Ayder yaylasına doğru tırmanmaya başladık. Derelerden akan suyun sesini dinleyerek, yüksek ağaçların arasından geçip Ayder yaylasına ulaştığımızda hava tamamen kararmıştı. Ayder yaylası oldukça turistik bir yer ve bayağı kalabalık. Buraya bu kadar kalabalık hatırlamıyorum ben. Yol kenarında birisi el edip durdurdu bizi. Antalya’dan 19 motor yola çıkmışlar, eşleriyle, çocuklarıyla ve Azerbeycan’a gidiyorlar. Arsız’ın plakasından Antalyalı olduğumuzu anlayıp bizi durdurmuşlar. Biz de katıldık onlara bir kaç saat, külde Türk kahvesi içtik hep beraber, sonra ayrıldık, onlar kendi kamp yerlerine döndü biz de kamp yeri aramaya koyulduk güzel bir akşam yemeği yedikten sonra…

(Bu arada yazdıklarımı dönüp başa okuyorum arada bir. Yazdığım cümlelerden biri bana Ankara’dan eski bir arkadaşımı anımsattı. Bir gün bu arkadaşa Beypazarı turunu anlatıyordum. “25 motor Beypazarı’na gittik geçen hafta sonu” dediğimde “otobüs tutup mu gittiniz” demişti. Bu arkadaşı saygıyla anmadan geçmeyeyim dedim.)

Ayder yaylasında "kamp yapmak yasaktır" yazılı tabelalar olmasına rağmen her hangi bir düzlüğe çadır kurabilirsiniz. Bir çok çadırın olduğu hafif eğimli bir çayırlık alana çadırımızı kurduk. Uzun süredir orada çadır kurmuş insanlar vardı öyle ki komşuluk ilişkileri bayağı bir gelişmiş. Biz yerleşir yerleşmez yan çadırdan birer bardak sıcak çay geldi. Diğer bir çadırdan ise misafirlik daveti aldım. Hayriye çadıra girer girmez uyudu ancak ben saatlerce sohbet ettim dışarıda insanlarla. Bir adam vardı, kızlarıyla beraber çadırda kalıyordu ve süperlerdi. Yani bir fazla çadırı mutfak yapmışlar, yemek pişirip her bir şeyi yapıyorlardı. Bu amca daha önceden hep otele gelirmiş Ayder’e. Hep de kamp kuran insanları seyredermiş. Bir gün ben neden kamp kurmuyorum ki demiş. İşte yıllardır kamp kurup dağları gezer olmuş bu amca çocuklarıyla.





Sabah muhteşem bir manzarayla uyandık. Yeşilin yüzlerce tonu, sarp tepeler ve güneşli gökyüzü, serin bir hava, yayla evleri hemen arkamızda. Dün gece sohbet ettiğim amca kahvaltı hazırlamış kızlarıyla bizi davet etti. Biz kibarca red ettik çünkü muhlıcaz o sabah yani muhlama yiyeceğiz. Kamp kurduğumuz çayırdan aşağı doğru yürüdük sevgilimle. Çünkü yolun karşı tarafında derenin kenarında umumi bir tuvalet var. Bu tuvaletin önüne geldik, standart iki kapısı vardı tuvaletin. Birinin üzerinde erkek diğerinin üzerinde kadın yazıyordu. Ben erkek kapısından Hayriye’de diğer kapıdan girdik içeri. İçeride tekrar Hayriye’yi görünce çok korktum. Iki kapı da aynı yere çıkıyordu ve böyle bir tuvaleti ancak Karadenizde görebilirdik herhalde.





Çok fazla Karadenizli arkadaşım oldu benim. Gerçekten bu bölgenin insanını, zekasını çok severim. Hatta bu coğrafyayı, müziğini, kültürünü kıskanırım. Bence çok zeki olduklarından böyle şeyler oluyor. Nitekim Ayder’den sonra Galer düzünde kahveci laz abi Arsız’a bakıp hoş bir şiveyle “ta Urfa’dan mı geldiniz bununla” diye sorduğunda uzun sure Urfa’yı da nerden çıkarmış olabileceğini düşünüp bulamadım. Sonunda sormak zorunda kaldım “abi Urfa da nerden çıktı” diye. Laz abinin cevabı çok güzeldi, “motorun plakasından.!” Plakayı aynen yazayım, yorum sizin: 07 EJC 63.

Bu hikayeleri yaşadıkça daha eski anılarım aklıma geliyor ister istemez. Ankara’dayken yine Rizeli bir arkadaşım vardı ve bir gün Kızılay’da buluşacaktık. Buluşma saatinden önce bana bir mesaj yazdı. “Mehmet nerede buluşacaktık” diye. Ben de “İmge’nin önünde” diye cevap yazıp gönderdiğim mesaja şöyle bir cevap almıştım: “nerde nerde?”. Aynı mesajı gönderip İmge kitapevinin önünde buluşmuştuk.

Seneler once Ayder yaylasından Yukarı Kavrun’a gidişimiz çok maceraylıydı. Burada yol yok, yani olan şeye yol demek mümkün değil. Minibüsle giderdik eskiden ve çoğu kez minibüsden inip iterdik. Şimdi ben bu yolu merak ediyorum acaba Arsız’la gidebilecek miyiz diye. Arsız’a kalsa zirveye de çıkar ancak ben o kadar usta değilim maalesef. O sabah muhladıktan sonra Arsız’ı yükleyip çıktık üzerine. O muhteşem yol 8 sene öncesi gibiydi. Yolun bazı bölümlerinde dere akıyor, kayalık bölümleri var, kesinlikle düz bir tarafı yok ve en kötüsü de hep ıslak ve çamur. Yanlız Arsız bir muhteşem. Bütün bu olumsuz yol koşullarını bize hiç hissettirmiyor ve hatta sanırım çok daha mutlu böyle bir yolu tırmandığı için. Yanlız şöyle bir şey oldu. Bu bozuk yol çok işlek ve dar. Önümüzde ki jeep çok yavaş gidiyor haliylen, çünkü gerçekten kayalardan ve derelerden geçiyoruz. Sorun şu ki ben Arsız’la okadar yavaş gidemiyorum. Bir de yükümüz ağır, durmakta zorlanıyorum, zemin ıslak ve kaygan. Önümdeki aracı sollayamıyorum o kadar geniş değil. Bir de karşıdan araç gelirse önümdeki araç bazen geri geri gelerek yol veriyor. Bu durum en kötüsü çünkü ben geri geri gidemiyorum. Yol boş olsa hoplaya zıplaya çabucak varacağız Arsızla Kavrun’a ama olacak gibi değil. Galer düzünde Arsız’ı bırakıp son 6 km için minibüse biniyoruz.





Yukarı Kavrun Kaçkar dağlarının zirvesinin hemen altında bir yayladır ve yanlış bilmiyorsam yaklaşık 3000metre rakımlı Kaçkarların en yüksek yaylasıdır. Bulutlar altınızdadır. Sis denizinin üstünden bakarsınız. Güzel bir deresi vardır. Gerçi Kaçkarlarda her yer sulaktır. Her yer yeşildir. Her yer ahşap yayla evleri ve sıcak insanlarla doludur. Hava yağmurlu değilse her daim birileri Tulum çalar horon tepilir. Soğuğa kimse aldırış etmez. Ağustos olmasına ragmen Antalya’nın kışından bile daha soğuk bir hava vardı. Iki gün kamp attıktan sonra dönüş yoluna geçmek üzücü oldu gerçekten.









Tekrar sahil yoluna çıkıp Trabzon, Giresun, Ordu ve Samsun’a ulaşıp güneye kıvrıldık. Ankara ve Afyon üzerinden Antalya’ya dönmüş olduk. Karadeniz’in o güzelim yeşilinden çıkıp bozkır iç Anadoluyu geçmek çok sıkıcı oldu.

Neredeydi anımsamıyorum ama Şebinkarahisar Giresun yolu için birileri çok tehlikeli oralarda teröristler var demişti. Bizim de en çok etkilendiğimiz ve beğendiğimiz yollardan birisi bu etaptı. Bu olay bana daha önce yaptığım bir motosiklet yolculuğumu anımsattı. Hacettepe’de asistanken bir yaz bir ay boyunca o zamanki motosikletim Yüce Ruh ile Türkiye’nin sınırlarını gezmiştim yanlız. Adana’dan Osmaniye’ye giderken bir kahvede mola vermiştim. Acayip uzun bıyıkları olan bir amcayla sohbet etmiştim o kahvede. Bu amcaya “pala amca” diyorlardı bıyıklarından dolayı. Pala amca bana hiç unutmuyorum Sorgun yaylasına gitmemi tavsiye etmişti. Git bu gece orada kal demişti. Ben de doğaçlama hareket ettiğimden neden olmasın demiştim. Sonra bana bir not yazıp vermişti. Notta “bu arkadaş misafirimdir. Pala.” Yazıyordu. Bu notu Sorgun’a gittiğinde şu kasaba ilet demişti. Yanlız “yayla yoluna saptığında asvalttan sakın ayrılma. Toprak yola grime. O yol tehlikeli, orada teröristler var.” demişti. Pala amcanın notunu cebime koyup Sorgun’un yolunu tutmuştum. Yolda karşılaştığım insanlar da o “tehlikeli” yoldan bahsetmişlerdi bana “sakın grime” demişlerdi. Yaylaya vardığımda Pala’nın söylediği kasabı bulup notu vermiştim. Kasabın sahibi 45 dakika sonra gelmemi istemişti benden. Dediğini yapıp geri geldiğimde bir tepsi dolusu kebap vermişti bana. Kendisi hazırlamış yan taraftaki taş fırında da pişirtmişti. Bu kadar eti nasıl yerim dediğimde yersin merak etme demişti ve gerçekten de afiyetle yemiştim ve üstelik kasap benden hiç para almamıştı. Ertesi gün kasap amcayla vedalaşırken o da o tehlikeli yoldan bahsetmişti. Benim için başka bir yol yoktu o tehlikeli yola girmekten başka. Ve o yol hayatımda gördüğüm en güzel yoldu. Sık ve devasa ağaçlardan oluşan ormanı yararak aşağıya inmiştim. Büyük bir dere bana eşlik etmişti. Yol hiç kullanılmadığından olsa gerek bazı ağaçlar devrildiğinden Yüce Ruh’u bu ağaçların üzerinden atlatmak zorunda kalmıştım. Yol gerçekten de ıssız, uzun, yorucu ve bir okadar da güzeldi. Ve bu yol beni küçük bir köyün ortasına çıkarmıştı. O gün o köyde bir düğün vardı ve herkes halay çekiyordu. Beni çok güzel ağırlamışlar ve iki gün o köyde kalmıştım…



Ön yargıları yıkmak atomu parçalamaktan zordur demiş güzel bir adam…

Bu arada “bu arkadaş misafirimdir. Pala.” notunu uzunca bir süre sakladım ve yolu oralardan geçen bir kaç arkadaşıma bu notu verdim. Onlar da o kasaba uğrayıp karınlarını doyurdular. Sonra notu kaybettim. Umarım kasap iflas etmemiştir…

Kaçkarlar’a en sonunda iki teker gitmiş oldum. Hem de sevdiğim, yol arkadaşımla. Bu arada Karadeniz ülkenin en çok yağış alan bölgesidir ve orada ard arda yağışsız iki gün göremezsiniz neredeyse. 8 gün boyunca tek damla yağmur yağmadı ya anacım. Hayriye’ye bir sürü malzeme almıştık yeni ve bu malzemelerin yağmura olan dirençlerini test edememiş olduk böylece.

Tulum olduk, kemençe olduk, dere olduk, aşk olduk, yol olduk…

Daha çok yolumuz var değil mi Olric?



14 Mart 2012 Çarşamba

Pedal Pedal Çaltepe

Antalya, Beşkonak, Köprülü Kanyondan sonra yaklaşık bir 30km daha tırmanırsanız Çaltepe köyüne varırsınız. Bu köy binlerce yıllık bir tarihi olan ve o yıllardan bugüne neredeyse hiç değişime uğramamış bir köydür. Köydeki evler taş ve ahşap yapılardan oluşur ve siz bu evlere girdiğinizde bin yıllık tarihi hissedersiniz hemen. Bunun da ötesinde, gezegenin belki de gizli saklı kalmış, henüz insanın kirli ellerinin ulaşmamış olduğu bir coğrafyası vardır buraların. Sarp kayalıkları, sadece o bölgede yerleşmiş sedir ormanları, tarihi eserleri, tepeleri, yaylaları ve uçurumları vardır. Ha bir de kızıl akbabaların üreme alanı da buradadır. Turizm denilen canavar köprülü kanyondan öteye geçmemiş henüz ve tertemiz bırakmış buraları ve umarım o canavar oralara ulaşmaz. Çaltepe köyüne yaklaşık iki ay önce ilk kez Arsızla gitmiştik. Buraların havası ve doğası beni oldukça etkilemişti. İşte bu yüzden buralara bir kez daha gelmek hem de bisikletim Hayalet ile beraber, dahası dostlarla beraber gelmek heyecan vericiydi. Cumartesi ve Pazar gününü kapsayan bu iki günlük tur sabahın çok erken saatlerinde başladı. Dolayısıyla Cuma akşamı çok erken yatmalıydım. Hayaleti ve bagajlarımı hazırladıktan sonra uyumaya çalıştım hemen. Ancak sabah belirli bir saatte uyanacağımı bilmek benim hep uykumu kaçırır. Özellikle de sabah dört de uyanacaksam hiç uyumasam bile olur diye düşünürüm. Ancak bisikletle uzun bir yolculuğa çıkmak başka bir şey. Yani yakıtınız sizin enerjinizdir. Uykunuzu tam almazsanız, iyi beslenmesseniz pedal çeviremessiniz. Bunun da bilinciyle gece yarısını geçerken uykuya daldım. Ancak çok erken uyandığım için çok ama çok az uyudum ve bu durum, bir sonraki gün, bisikletten indiğim her an gözlerimin kapanmasına, o günün gecesi ruhumu teslim edercesine sızmama neden oldu. Hatta tur tamamen bitip de Antalya’ya döndüğümde bile kendimi dinlenmiş hissetmiyordum. Ancak bacaklarımdaki tatlı yorgunluk bile yüzümdeki gülümseme ve mutluluğa engel olamıyordu.


















Cumartesi sabahı beş buçukta toplandık, yaklaşık 14 kişi. Bisikletlerimizi romörka yükleyip yola çıktık. Malum yol çok uzun. Sadece iki günümüz olduğundan araçlarla bir noktaya kadar ulaşmamız lazım. Yol üzerinde sabahın ilk çaylarını ve simitlerini yiyerek köye vardık. Buradaki köy evlerini pansiyon olarak kullanabiliyorsunuz. Önceden anlaştığımız bir köy evine girip, bir gün öncesinden aldığımız erzağımızla güzel bir kahvaltı yaptık ve artık ilk gün ki 70 km lik rotamız bu kahvaltıdan sonra başladı.

Tarihi köy evlerinin arasından altından dere akan köprülerden geçerek tırmanmaya başladık.











Bazı şeyler yazarak anlatılamıyor. Konuşarak da anlatılmaz belki. Bisikletle yolculuk yapmak, yolla daha çok bütünleşmenizi sağlıyor. Tibette yola tapan insanların olduğunu duymuştum. Bu insanlar yolu gerçekten hissedebilmek için yüz üstü sürünerek ilerliyorlarmış. Böylece yolun tüm zorluklarını, kolaylıklarını ve bir yere varmanın değil yolun kendisiyle bütünleşmenin önemini anlıyorlarmış. Motorlu bir araçla yolculuk yaptığınızda, yoldaki küçük ya da büyük eğimleri, çukurları, tümsekleri hissedemeyebilirsiniz. Aslına bakarsanız gerçek yolculuk, tüm kaslarınızla, bacaklarınızla ya da Tibetli rahiplerin yaptığı gibi tüm vücudunuzla yaptığınız, kısaca içinde “emek” olan yolculuktur. Kendimce bir sıralama yaparsam, en güzel yolculuk yürüyerek (ya da her hangi bir araç kullanmadan) yapılan yolculuk ve ikinci olarak da bisikletle yapılan yolculuktur. Bu sıralamanın devamında motosiklet yolculuğu gelir bana göre ve iki tekerden çok olan diğer tüm yolculuklar yolculuk değildir, tabi yine bana göre. Bisiklet kullanırken yolun en küçük eğimini bile hissedersiniz. Tırmanmaya başladığınızda inanılmaz bir emek harcarsınız. Yavaş yavaş yükseldikçe alnınızdan ter akar. Ne zaman bitecek bu yokuş diye düşünmek ya da sızlanmak, yolculuğu sıkıcılaştırır. Oysaki yaşam denilen şey her dakikasını hissederek yaşamak ve mücadele etmektir ve işte bisikletde de aynen öyledir. Harcadığınız emek sonuç verir ve görürsüniz ki her tırmanışın bir inişi vardır. O inişe geçtiğiniz an, yaşınız kaç olursa olsun beş yaşındaki bir çocuk gibi mutlu olursunuz, hatta mutluluktan çığlık atarsınız.












Cumartesi günü yaptığımız rotanın adı “rüya parkuru” idi. Bu parkur benim daha once yaptığım bisiklet turları içinde en zorlu olanıydı. Yani bir gün içerisinde hem oldukça tırmanış, arazi, orman, inanılmaz inişler ve gece sürüşü yapmış oldum. Bir müddet asvalt yoldan tırmandıktan sonra yol stabilize oluyor ve tırmanış devam ediyor, sonra o yol da orman yolu oluyor ve sonra yol bitiyor. Bisikletle yolculuk yapmak aslında kişinin kullandığı araçla bir tür eşitlik içerisinde yaşamasına güzel bir örnek. Demem o ki, bazen siz bisikletinizi taşırsınız. Çünkü bisikletle geçemeyeceğiniz yerler olur. İşte bu rüya parkurunu rüya gibi yapan son noktaya ulaşmak için bisikletinizi sırtlayıp yaklaşık bir 300 metre yürümeniz gerekir. Yani bisiklet sizi taşır, sonra onun sırası gelir, siz onu taşırsınız. Bu yürüyüşün sonunda ise inanılmaz bir manzara size bekler. Ben o kadar yüksek bir uçurum görmemiştim. Yani Köprülü kanyonun belki de en yüksek noktasından, sarp dağlarla çevrili bir kuyuya tepeden bakmak gerçekten baş döndürücü. Bu noktadan kızıl akbabaları seyredebilirsiniz.



















Burada öğlen yemeği atıştırdıktan sonra Beşkonak’a doğru inişe geçtik. Bu iniş muhteşemdi. Zirveden seyrettiğiniz ve uzaktan uzaktan sesi gelen derenin yanına kadar inmek oldukça uzun sürdü. E tabi o yolu ve manzarayı tahmin edebilirsiniz. Beşkonak’a indiğimizde akşam olmak üzereydi, ancak Çaltepe köyüne daha yaklaşık 25km yolumuz var ve bu yol maalesef sürekli çıkış ve dik rampalarla dolu. Benim isteğim, bu turun o gün için bu inişle bitmesiydi. Yani üzerine o kadar uzun bir rampa tırmanmak beni bitirdi diyebilirim. Üstelik hava karardı ve ben ormanı yararak zifiri karanlıkta pedalladım sürekli. Özellikle köye varmadan once olan dik rampa, o virajlı yol beni öldürdü diyebilirim.









Köye vardığımızda kalacağımız evin mutfağında yemek hazırlamaya koyulduk. Ancak ben yorgunluktan yerimde zor oturabiliyordum, bacaklarımı hissetmiyordum resmen ve sırtım da bir ağrı belirmişti. Hatta bi ara yemek masasının yanında otururken uyuyakaldım. Bu mutfak büyükçe bir alan ve evin bahçesinde. Rakım yüksek olduğundan hava kararınca sıcaklık ciddi şekilde düşüyor. Hoş sohbet bir şekilde yemeklerimizi yiyip ve muhtelif sıvılarımızı alıp uykuya daldık, ruhumu teslim ettim hemen.










Turumuzun ikinci gününe süper bir kahvaltıyla başladık. Sızarak uyuduğumuz için yorgunluğumuzda geçmişti. Bugünkü rotamız tarihi Selge köyü, adamkayalar ve daha da yukarıda Oluk mahallesi. Selge köyüne Beşkonak’dan 11 km tırmanarak varıyorsunuz. Bu köy Roma döneminden kalma tarihi eserlerle dolu. Hatta ortasında büyük bir antik tiyatrosu bile var. Bu 11km lik tırmanış yine mükemmel bir manzara eşliğinde oluyor. Bu yol, özellikle inerken gerçekten ürkütücü. Çünkü keskin virajlar uçurum kenarlarını yalayarak geçiyor ve yolun kenarında herhangi bir bariyer gibi bir koruma yok. Yani inerken virajı alamazsanız, ya da frenlerinizde bir problem olsa, herhalde yüzlerce metreden uçarsınız aşağıya. Yani, buralarda bineceğiniz bisikletin kesinlikle bakımlı olması gerek. Sabah uzun süren kahvaltı ve Antalya’dan gelecek olan arkadaşlarımız olduğundan Selge’ye kadar araçla çıktık. Antik kentin yanında bir köy evinde demleme kekik çayı içip, yufka ekmek ve zeytin yedik. Bu arada bu köyler gerçekten gelir düzeyi çok düşük olan köyler. Genellikle hayvancılık yapıyor insanlar ama yine de çok yoksullar. Köye bir yabancı girdiğinde köyün kadınları ellerinde bohçalarla çeviriyorlar etrafını ve kendi yaptıkları şeyleri satmaya çalışıyorlar.




















Tekrar bisikletlerimize atlayıp tatlı tatlı tırmanmaya başladık. Hafif hafif yağan yağmur çok da fazla şiddetlenmedi biz yukarıdaki köye varana kadar. Bura da bir şeyler atıştırdıktan sonra inişe geçtik ve turumuz Köprülü Kanyonda son bulmuş oldu.

Bence bisiklet ne olursa olsun herkesi eşitleyen bir araç. Bisikletin üzerinde herkes 5 yaşında bir çocuk olup mutlu oluyor. Tüm insanların bu şeytan icadına binmesi dileğiyle, özellikle de ülkem insanının…





























Bu turun gerçekleşmesini sağlayan Ömer Aydoğan ve Ayşegül Aykut’a, teknik desteğini esirgemeyen Antalya Doğa Sporlarına ve beraber pedalladığım sevgili pedalşör arkadaşlarıma teşekkür etmem gerekir.

Bir de bisikletim Hayalet’e teşekkür ederim, beni benden alıp götürdüğü için.

Her zamanki gibi, tur ertesi olan Pazartesi sabahı işime bisikletimle gittim. Ancak kendimi hala kanyonda ya da ormanda tırmanıyo gibi hissediyordum. Bedenim şehre çoktan dönmüş ancak ruhum dağlarda dolanıyordu. Üniversiteye vardım çabucak. Daha yol yapmam lazımdı oysa. Böylesine bir dünyada yaşamak için saçma sapan şeyler yapmak zorundayım, para kazanmak gibi, çalışmak gibi. Yabancılaşma tekrar başlamış oldu. Bizleri doğadan koparan ve uzaklaştıran bir sisteme karşı gelmenin en güzel yollarından biri pedala basıp gökyüzüne bakmak,

Başka bir iki teker yolculuğunda görüşmek üzere,

Hayalet & Mehmet