22 Şubat 2012 Çarşamba

İki Teker Üzeri Avrupa 9


Düşünsenize yabancı bir şehirdesiniz ve arkadaşınızın evindesiniz. Akşam saat 6’daki feribotu yakalamak sizin derdiniz olmaz. Andreas Atinalı ve yıllarca Atina’da yaşamış. O gün öğlene doğru uyandık. Andreas zamanımızın olduğunu limana zamanında gideceğimizi söyleyip duruyordu. Andreas’ın evinden liman ne kadar uzaklıkta kestiremiyordum ancak pek yakın değildi anımsadığım. Tam bir ev keyfi yapmaya başlamıştık. Uzun bir kahvaltıdan sonra terastaki hortumla birbirimizi yıkadık, su oyunları falan. Bu arada saçlarım oldukça uzamıştı ve haftalardır yollarda olduğumdan ve doğru düzgün banyo yapmadığımdan saçlarım resmen kokmaya başlamıştı. Hep beraber aldığımız karar sonucu saçlarımı kesmeye karar verdik. Terasa kurduğumuz bir düzenle Andreas saçlarımı kazıdı, Luis fotoğraflarımı çekti durdu, Gustavo  gülüp duruyordu bu halimize. Saç kazıma işi bittikten sonra dediler ki süper oldun. Aynaya bir baktım ne göreyim, kafa kazınmış ve bir sürü sakalla beraber islami teröristler gibiyim. Adamlar benim bu halimi sevdiler yahu. Neyse olmaz dedim sakalları da kesicez. Uzun lafın kısası kafada kıl tüy namına bir şey kalmadı. Artık yolculuk boyunca dinlenme tesislerinin lavobalarında kafamı kolayca yıkayabilecektim. En önemlisi de uyku tulumuna girdiğimde iğrenç kirli saç kokusu almayacaktım.


Andreas dedi ki, artık yavaş yavaş hazırlanıp çıkalım. Elimizde feribot biletleri var dediğim gibi akşam 6’da. Biz kendimizi Andreas’ın güvenilir kollarına bırakmıştık, ne de olsa adam oralı, bizim yabancı olduğumuz kadar oranın yerlisi. Eşyaları toparlayıp ve motorları yükledikten sonra sokakta motorların yanında birer tütün sarıp içtik beraber. O kadar rahatız, feribot saatine var demekki daha.:)




Andreas’ın evi Atina’nın bir ucunda Pire limanı diğer bir ucunda. Üç motorsiklet şehrin bir ucundan diğer ucuna peş peşe gittik. İlk başlarda tamamen yabancı bir şehirde başka bir coğrafyada sürmek çok heycan verici geliyordu. Ama uzun süre yabancı coğrafyalarda yolculuk yapmak bu heyecanın yerine başka şeyleri getiriyor. Bunu anlatmak zor. Denenmesi lazım. Heyecandan öte daha güzel, daha başka bir şey demek istediğim…




Pire limanının kapısından içeri girdik, yaklaşık bir saat şehir içi trafiğinde motor sürdükten sonra. Feribota binicez Rodos’da inicez. Sonra ordan Marmaris. Bunu düşünmek bile heycan verici benim için. Çünkü uzun süredir yollarımı gözleyen özlediğim insanlara kavuşacağım. Az kaldı…




Limandan içeri girdiğimizde bir feribotun yeni ayrıldığını gördüm. Hatta iskelede bir kaç insan el sallıyorlardı bu feribotun arkasından. Bu arada artık Atina ve özellikle Pire’ye hiç yabancı değilim. Çünkü daha önceki iki teker yolculuklarım hep buradan geçmişti. Bu feribotun kalktığı iskelede durduk. Andreas kaskını çıkarmış oradaki insanlarla bir şeyler konuşuyordu. Olayın vahimiyeti benim aklıma bile gelmiyordu. Sonra Luiz Andreas’ın yanına gitti. Ben öylece Arsız’ın üzerinde oturmuş denizi seyrediyor ve bizim feribotun gelmesini bekliyordum. Aklımın ucundan geçmeyen şey başıma geldi. Andreas oldukça mahçup bir şekilde yanıma yaklaştı ve giden feribotun bizim feribot olduğunu söyledi. İnanmadım tabi hemen. Ancak telefonuma baktığımda saat 18:10’u gösteriyordu. Yani beş dakikayla falan feribotu kaçırmıştık yine. Bir gün önceki feribotu yakalayamama durumumu sevdiğime utana sıkıla zar zor söylemiştim, bu durumu nasıl anlatacağım? Bu acayip absürd ve can sıkıcı durumu Andreas ve Luiz’de düşünüyorlardı. Luis, istersen beraber Portekiz’e dönelim bile dedi.:) Yapacak gerçekten bir şey yok. Ben aradım sevdiğimi ve feribotu kaçırdığımı söyledim.




Bir kez daha Atina geceleri bizim olmuştu. Bu arada pide arası döner hem ucuz hem de lezzetli ve doyurucu bir yemek Yunanistanda. Bu yemeğin ismi de Pida. Birer Pida yiyerek karnımızı doyurduk. Bir de şu var ki, yunanlılar öğleden sonra kahve içmiyorlar. Sabah uyanır uyanmaz yunan (türk) kahvesi içiliyor bolca. Ancak öğleden sonra dışarıda kafelerde bile zor bulunan bir şey oluyor kahve.





İki gün üst üste feribotu kaçırmak Atina’yı evim gibi öğrenmeme neden oldu. Artık Andreas’ı sollayıp öncülük bile ediyordum. O gece şehrin tamamını gezdik neredeyse motosikletlerimizle. İsyanların olduğu meclis binasının önünde tütün sardık. Akrapolis’in yanında manzara seyrettik. Bu arada liman şirketine feribotu kaçırdığımızı ve aynı biletlerle bir sonraki günün feribotuna binmemiz için dilekçe verdi Andreas. Malum, feribot bileti ucuz değil.

Sabaha karşı eve vardık yine. Ben hemen uyudum. Çünkü ertesi gün kontrol bende olacak. Feribotu bir kez daha kaçırırsak bu işte bir iş var deyip gerçekten Portekiz’e geri döneceğim.

Sabah, daha doğrusu öğlene doğru herkesden önce uyandım ve kahveleri yaptım. Andreas ve Luis’in yataklarına kadar götürdüm kahvelerini ve uyandırdım. Gustavo’ya ise bir koca bardak süt.:) kendimize gelip kahvaltılık bir şeyler atıştırdıktan sonra motorları tekrar yükledik. Öğlen saat 12 bile değildi daha. Ancak benim bu telaşım ve aceleme hiç ses çıkarmıyorlardı, zira onlarda bu feribot kaçırma meselesinden dolayı üzgündüler. Öğlen üzeri limana varmıştık. Liman işletmesinden tekrar biletlerimizi aldık, dilekçemiz kabul edilmiş bu arada. Feribot saatine daha neredeyse 4 saatimiz vardı. Motorlarımızı park edip kaldırımda bir köşeye oturduk ve sohbet etmeye başladık.



Bu iki arkadaş için Türkiye’ye gitmek çok heycan verici. Andreas Yunan olduğu için çok da yabancı değil ancak Luis için Türkiye gerçekten de çok uzak ve merak uyandıran bir ülke. Portekizliler Türkiye ile ilgili hiçbir şey bilmiyorlar. Çöllerden oluşan bir arap ülkesi ya da kadınların çarşaflarla gezdiği bir İslam ülkesi olduğunu bile düşünüyorlar. Sonuçta AB sınırları dışında bir ülke ve bu bile onlar için çok uzak bir ülke imajı veriyor. Feribot saatini beklerken Türkiye ile ilgili sorular sorup durdular bana. Nelere dikkat etmeleri gerektiğini sordular her şeyden önce. Ben onlara ilk olarak her hangi bir eve girerken ayakkabılarını çıkarmaları gerektiğini söylediğimde buna inanmadılar bile, düşünün artık gerisini. Bunun dışında bir tuvalet muhabbetimiz oldu ki anlatamam. İlk Avrupa’ya çıktığım günlerde tuvalete girdiğimde taharet çubuğunun olmaması benim dikkatimi çekmişti ve aklımda bir sürü soru işareti kalmıştı. Portekizde ki evimin tuvaletini ilk kez kullanıp işim bittiğinde taharet musluğu aramış ve bulamamıştım. Daha sonra taharet çubuğunun da olmadığını görünce ne yapacağımı şaşırmıştım. Gerçekten de alışık olduğunuz bir temizlenme biçimini bulamayınca kendinizi inanılmaz “kirli” hissediyorsunuz. Bu durum beni her tuvaletten sonra banyo yapmaya itmişti. Daha sonra neredeyse tüm Avrupa’yı gezince taharet denilen şeyin bu coğrafyada bir yalan olduğunu öğrendim. Evde rahattım, sonuçta duş alabiliyordum ancak aylar süren yolculuğumda bu konuda yaşadıklarımı siz düşünün artık. Daha öncede anlatmıştım, Avrupa’da tuvaletler gerçekten çok temiz, ancak işiniz bittiğinde gerçekten kendinizi çok kirli hissediyorsunuz ve yapacağınız hiçbir şey yok, en azından ben bu duruma bir çözüm bulamadım. Luis ve Andreas’la Türkiye hakkında yaptığımız sohbetin en eğlenceli kısmı işte bu taharet çubuğu üzerine oldu. İlk önce buna da inanmadılar. İşte musluğu açıyorsun alttan su geliyor falan diye anlatınca yüzleri buruşmaya ve neredeyse altlarındaki ıslaklığı hissederek iğrenmeye başlayıp tamam dalga geçmeyi bırak artık bile demeye varan konuşmalar geçti aramızdan. Yani ne tuhaf bir durum. Aynı şey benim için olması gerekenken onlar için iç gıcıklayan bir şey olabiliyor. Hatta tam tersi, onlar için olmaması gereken bir durum ise benim için iç gıcıklayıcı olabiliyor. Şu felsefecilerin ünlü paradoksu burada da yerini buluyor. Yani, elma gerçekten bir elma değil. Ancak bu tartışma, Bodrum’a ayak  basar basmaz Luis ve Andreas’ın bir tuvalete gitmesiyle son buldu. Kahkaha atarak çıktılar tuvaletten. Taharet olayı Luis’in hiç hoşuna gitmemiş, yani alttan tazikli birşeyin su bile olsa gelmesi hiç hoş değil derken Andreas tam tersi olarak baya bi eğlenmiş. Yani Luis anlattığına göre, tuvaletten Andreas’ın kahkaha seslerini duyup kapıyı açmış ve Andreas’ı klozette popo dansı yaparken bulmuş, hayırlısı bakalım. Bu ikisi Afrikayı gezerken yaşadıkları tuvalet maceralarını bana anlattılar. Bu sefer ben güldüm bol bol. Afrika’da bir yerde bunlar umumi bir tuvalete girerken tuvaletin sorumlusu ellerine birer ibrik su vermiş. Bu ikisi tuvalette işlerini yaparken bu su dolu ibriğin ne işe yarayabileceği hakkında düşünüp durmuşlar. İşleri bitip tuvaletten çıkınca su dolu ibrikleri aynen tuvalet sorumlusuna geri vermişler. Onlar için hala bir muamma olan bu ibrik olayını bana sordular. Ancak ben onlara musluklu ve çubuklu, yani son derece “teknolojik” bir taharet olayını uygulamalı olarak zar zor anlatabilmişken, “manuel” taharet olayını nasıl anlatabilirdim? Daha doğrusu nasıl inandırabilirdim? Bu boktan konuyu kapatmak en güzeli olmuştu.




Saat 6’da iskeleye yanaşan feribota motorlarımızı park ettikten sonra güverteye çıktık. Ege denizi son derece sakin ve çok güzel bir gökyüzünün altında güverteye tulumlarımızı serdik. Sabah saat 9’da Rodos adasında olacağız. Liman işletmesi biletlerimizi verirken tembihlemişti. Unutmayın sabah 9’da Rodos’dasınız diye. Güzel bir akşamın sonunda, ege denizini yararak ilerleyen geminin üzerinde yıldızları seyrederek uykuya daldık. Geminin hafif hafif dalgalanması beşiğimizi sallıyor, uykularımıza tat katıyordu. Sabahın ilk ışıkları gözüme vurduğunda uyanmak zorunda kaldım. Luis, Andreas ve Gestavo benim sağımda gölgede kaldıklarından mışıl mışıl uyuyorlardı hala. Ben hemen telefonuma bakıp saatin 7 olduğunu görüp rahatladım. Daha 2 saatimiz vardı. Tulumdan çıkıp çizmelerimi giydim ve kantinden bir kahve alıp geri geldim. Feribot bir iskeleye yanaşmıştı. Atina’dan her gün kalkan feribot bir çok adaya uğrayıp yolcu bırakıp alıyordu. Aşağıdaki kalabalık ve karmaşadan çok büyük bir adaya geldiğimizi anlıyordum. Arabalar, kamyonlar feribottan çıkıyor, yenileri giriyor, bir yolcu kalabalığı derken aşağısı tam bir curcuna idi. Bu arada güvertede ve olduğum yerden gördüğüm kadarıyla feribot boşalmıştı. Kahvemi bitirdikten sonra tulumumu gölge bir yere çekip tekrar uzanmıştım, ne de olsa çok var daha Rodos’a. Bu yolculuğa çıkarken Kos adasından bindiğim Atina feribotunun tayfalarından biriyle tanışıp saatlerce sohbet etmiştim. İsmi Hasan olan bu tayfa Türk asıllı bir Yunandı ve çok güzel bir Türkçesi vardı. Ben tulumumda uzanmış dururken bir an önümden Hasan geçiverdi. Ben heycanlı bir şekilde seslendim ve geri döndü. Tabi aradan 5 ay geçmiş. Beni tanımakta zorlansa da hatırladı hemen. Sarıldık el sıkıştık ve ayak üstü sohbet etmeye başlamıştık. Yolculuğumu sordu, kısaca anlattım. Daha sonra neden buradasınız deyince Rodos’ta ineceğimizi daha 2 saatimizin olduğunu söyledim. Bu ağzımdan çıkanlar o ana kadar olan sakinliğimin son cümleleri oldu. Hasan bana şöyle bir cavap verdi: “Abi burası Rodos! Ve gemi kalkmak üzere, tekrar Atina’ya dönüyoruz!” Ben bunları duyar duymaz kendimden geçtim. Artık ingilizce falan konuşmuyordum. İnsan kendini en iyi anadiliyle ifade edermiş. “kalkın laayn” diyerek Andreas ve Luis’i uyandırdım. Apar topar güverteden aşağıya park alanına koşmaya başladım. Önüme çıkan görevlilere “gemiyi durdurun” diye bağırıyordum. Hareket etmek üzere olan bir Yunan gemisini Türkçe bağırarak durduran ilk kişi ben oldum ve tarihe geçtim. Nasıl eşyaları yükledik, motorları çalıştırıp çıktık hatırlamıyorum bile. Düşünsenize, ben Hasan’ı görmesem, konuşmasak, tekrar Atina’ya dönecektik. Bir gün sonra Atina’ya varıp ancak sonraki günün feribotuna tekrar bilet alacaktık. Yani gerçekten bir Atina çıkmazı yaşarken, herşeyden öte, bu durumu artık sevgilime kesinlikle açıklayamazdım. Liman işletmesi de bi gidin salaklar demez miydi? Bu satırları yazarken bile tüylerim diken diken oluyor.


O günün akşamı, Rodos adasından Kos adasına geçtik. Oradan da Bodrum limanına vardık. Çok uzun süreden sonra Türkiye’ye dönmek, hem de Arsızla ve yanımda 3 yeni arkadaşımla anlatılması zor bir şeydi. Tabiki hemen ince belli bardaklarda çay içtik. Artık ben evimdeyim. Luis ve Ansreas içinse tamamen yabancı bir yerde bir macera daha yeni başlıyordu.




Motorlarımızı  Antalya’ya doğru sürmeye başladık. Artık öncü benim, Luis ve Andreas’ı takip ediyordum aynamdan sürekli. Bu arkadaşların ilk şoku depoları boşaldığında gerçekleşti. Dünyanın en pahalı benzinini aldılar çünkü ve gözlerine inanamadılar. Yol üstünde bir köyde pideci bulduk. Kıymalı pide yediler ilk kez. Bu arada Ramazandı ve oruçun ne olduğunu öğrendiler. Köy pide salonunda içecek olarak bira istediklerinde, heryerde içilmeyeceğini, içki ruhsatını öğrendiler. Dahası yollarda iki tekerin hiçbir öneminin olmadığını öğrendiler.

Milas’a yaklaştığımızda hava tamamen kararmış hatta geç bile olmuştu. Gestavo’nun uykusu geldiğinden onları bir pansiyona yerleştirdim. Dedim ben gidiyorum evime, durmayacağım. Siz yarın uyanın gelin bana. Ne de olsa GPS’leri var. Ben size evimin koordinatlarını gönderirim mesajla, gelirsiniz. Ve ben Arsız’la beraber gece yarısı evime ulaştım…

Ertesi gün akşamüzeri balkonda otururken Luis’in Harleyinin sesi resmen camları sarstı. Yani teknoloji korkunç bir şey gerçekten. Gönderdiğim koordinatlar onları sitenin içine kadar sokmuştu. Bana sadece balkondan el sallamak düştü.




Nasıl anlatsam bilmiyorum. Onlarla aramızdaki belirgin farklılık, insan ilişkileri olarak düşünüyorum. Avrupa’da ilişkiler keskin sınırlarla çizilmiştir. Mesela herkes kendinden sorumludur. Can ciğer dost da olsalar herkes kendi hesabını öder, kendi evinde kalır. Kimse kimsenin hayatına müdahil değildir. Bir arkadaşınızın evinde kalmazsınız mesela orada. Ancak o şehirde misafirseniz, kalacak bir eviniz yoksa mümkün olabilir belki. İlişkiler kafelerde falan geçer. Bizdeki gibi değil yani. Luis ve Andreas belki de benim Avrupa’da karşılaşabileceğim ve kafama göre bulabileceğim en dost insanlardı. Ancak yolculuğumuz boyunca herşeyi üçe bölüyorduk. Bir ekmek, ya da kahve alırken herkes kendi üzerine düşeni ödüyordu. Andreasların evinde bir şeyler yerken yemek yaparken aramızda para toplayıp marketten alış veriş yapıyorduk. Yani herşey keskin çizgilerle birbirinden ayrılıyordu. Bu durumun avantajları vardır elbet. Mesela, anladığım kadarıyla orada insanlar ilişkilerinin bokunu çıkarmıyorlar bu sistem sayesinde. Bizler belki de dostluğumuz ve anlayışımız gereği her şeyimizi paylaştığımızdan gün geliyor bunu dengeleyemeyip herşey berbat edebiliyoruz. Ama şu var, ben Avrupa’da belki de bu yüzden kalamam sonsuza dek. Yani benim için dostluklar arasında okadar da keskin sınırlar yok. Bu durumu anlayamadılar uzunca süre. Mesela Bodrum’da dövizlerimizi bozdurduğumuz marketin sahibi bize çay ısmarladı. Bunu anlayamadılar. Yani önce market sahibinin benim arkadaşım olduğunu düşündüler. Ben hayır değil dediğimde inanmadılar. Sonra ikinci çaylar geldi, sohbet koyulaştı. Andreas bi ara su istedi. Market sahibi dolaptan şişe su verdi. Ayrılırken bu suyun parasını neden almadığını anlayamadılar. Tamam çay ikram da ama bu adam bu suyu satmıyor muydu?

Tabiki bizim evimize geldiklerinde dolu bir buzdolabının yemek, içmek adına beş para ödemeden paylaştığımıza inanamadılar. Yemek yapıyorduk ama para falan toplamıyorduk. Ayrıca kız arkadaşımın onlara olan misafirperverliği, arkadaşlığından çok etkilendiler. Dahası annemler, ablamlar ve onların sıcaklığından çok etkilendiler. Şu an onlar için Türkiye unutamayacakları bir ülke oldu, vedalaşırken gözlerinden sızan damla anlattı bunu bana. Bir de şu var. Avrupa’da insanlar kucaklaşmazlar birbirleriyle, daha doğrusu bir erkekle bir erkek ne öpüşür ne kucaklaşır. Andreas ve Luis’e güle güle derken ikisi de boynuma sarılmaktan kendilerini alamadılar…

İki yabancı Antalya’da nereye gider? Nereler gezdirilir? Valla hiç denize gitmedik. Hiç Olimpos’a gitmedik. Lara’ya falan da gitmedik. 4 gün kaldılar bizimle. Hep evde olmak istediler. Mutluyduk. Bir gün Çandır’a gittik, derenin içinde gözleme, bazlama yedik. Bir gün harleyin lastiğini tamire sanayiye gittik. Bir akşamüzeri de kaleiçindeydik. Luis eşiyle konuştu hep telefonda. Anna Türkiye ile ilgili meraklı sorular soruyordu. Kız arkadaşımın çarşaflı olup olmadığını bile sormuş.:)

Bir gün sanayiden eve dönerken Antalya’nın akşam trafiğinde peş peşe ilerliyorduk. Trafik ışığında kırmızı yandığı için durdum, bunlar da peşimde durdular. Sonra yeşil yandı, ben hareket ettim ancak yine durdum. Çünkü solumdaki araçlar onlara kırmızı yanmasına rağmen durmamışlardı. Yol boşalınca tekrar hareket ettim. Aynadan baktığımda bana selektör yakıp sağa yanaşmamı işaret ediyorlardı, sağda durdum. Yanıma gelip araçların kırmızıda geçtiğini söylediler. Seni öldürebilirlerdi dediler. Evet dedim. Dediler ki polis çağırmamız lazım.:)

Onlardan ayrılmak kolay olmadı. Ama artık biliyorum ki, hem Atina’da hem de Lisbon’da bir evim var. Ve yine biliyorum ki bu iki serseriyle daha çok yolculuk yapacağım.




Yolculuklar bitince yaşam da duruyor sanki. Yolculuğum biteli neredeyse 3 ay oldu. Her gün bir sürü telaş ve koşuşturma içinde yok olup gittiğimi hissediyorum. Sık sık fotoğraflara bakıyorum. Arsız evin önünde dinleniyor. Şehir içinde kullandığım bir Derviş’im var çünkü, yani bisikletim.

Yolda olunca bir çok şeyi sorguluyor insan. O ana kadar hayatına giren çıkanları sorguluyorsun. Hayatında olan insanları, çocukluğunu, anneni sorguluyorsun. Temiz beyaz bir kağıda hayatını yeniden yazıyorsun. Kimlerin değersiz, neyin ve kimin vaz geçilmez olduğunu görüyorsun. Herşeyden öte, bize dayatılan yaşamın ne kadar yaşanmaz olduğunu anlıyorsun.




Aşk ya da dostluk denilen şey hiç bir şey beklemeksizin senin mutluluğundan duyulan katıksız bir mutlulukmuş sadece. Yani ben Rodos’da inemeseydim ve yine gecikseydim ama bu olayı bir okadar eğlenceli hale getirip mutlu olsaydım, sevenim, sevenlerim de o kadar mutlu olurlarmış, bunu anladım, ne güzel.

Arsız… Sen bu dünyayı kirleten bir çok insandan daha temiz bir yol arkadaşısın, iyi ki varsın…

Bu arada, Andreas ve Luis’le konuşuyoruz. Planları yapıyoruz.

İKİ TEKER ÜZERİ TİBET’de görüşmek üzere,

Yollara, yolculuklara…




Arsız & Mehmet

 Kasım, 2011

İki Teker Üzeri Avrupa 8


İtalya’ya girdiğimizde tanıdık yüzler görmeye başladık. Yani gerçekten de italyanlar bize çok benziyorlar. Çizmenin en tepesinden girdiğimiz bu ülkedeki yolculuğumuz daha uzun sürdü, zira çizmenin topuğuna kadar indik. Yanlış hatırlamıyorsam yaklaşık 1200km sadece İtalya’da yapmış olduk.






Uzun süredir yolda olduğumdan, onlarca değişik ülke ve bir çok farklı şehirden geçtiğimden artık yeni bir Avrupa şehri gördüğümde heyecanlanmıyordum. Avrupa Birliği denilen şey bir tür standart yaratmış, sanki kocaman bir kıta ülkesini dolaşıyormuşum gibi hissediyordum. Tipik bir Avrupa şehrinin mantığını kavramıştım artık. Şehir merkezinde trafiğe kapalı bir alan, büyük bir meydan, katedraller, kiliseler ve olabildiğince tarihi binalar. Tüm şehirlerde durum hemen hemen böyleydi. Bir de sürekli yolda olmak başka bir şey. Yani yoldan çıkıp bir şehire girince bir stress bir sıkıntı durumu yaşamaya başlamıştım. Yani gerçekten de biz insanlar şehirlerde yaşayarak bir çok şeyi berbat ediyoruz sanki. Şehirlerden çıkıp yollara tekrar koyulduğumda, doğal parkların, ormanların, köylerin ve dağların arasından geçerken kendimi buluyor, yol ile yol oluyordum.




Avrupa’da şehirler arası yollar bizim buralardaki gibi değil. Özellikle ücretsiz yolları kullanıyorsanız, kilometrelerce gidip tek bir yapı, tek bir dinlenme tesisi vs. bulamazsınız. Olabildiğince yalnız, ıssız, uçsuz bucaksız bir tarladan, dağların arasından ya da sulak bir yerden giderken bazen benzininiz bitmek üzere olur ama bir benzinlik bulamazsınız. Bir keresinde benzinim bitmek üzereyken bir benzinlik denk gelmişti. Ancak bu benzinlik öğle tatilinde olduğu için kapanmıştı. Bir sonraki benzinliğin nerede olduğunu bilmediğimden ve kalan benzinimin beni bir sonraki benzinliğe götürüp götürmeyeceğinden emin olmadığımdan bu benzinlikte yaklaşık iki saat beklemiştim. Benzinlikler buradaki gibi 7/24 açık değil oralarda. Mesai yapıyorlar. Mesai dışında ise makineler devreye giriyor. Siz bu makinelere para atarak kendiniz benzin alıyorsunuz ve en kötü olan şey ise bu makinelerin dili ingilizce değil. İtalya’da bir keresinde makineye attığım 20 Euro’dan sonra bir komut geldi ekrana italyanca, ne yapacağımı bilemedim. Bir sürü tuşa basmama rağmen ne benzin ne de paramı geri alabildim. Yine bir saate yakın birilerinin benzin almak için gelmesini beklemiştim. Ama insan öğreniyor her şeyi, özellikle öğrenmek zorunda kalırsa.






Bu ıssız yollarda gitmek gerçekten çok güzel. Yağmurda gidiyorsanız, bazen başınızı sokacak bir yer bulmak istiyorsunuz ama bulamıyorsunuz. Artık ıslanmaktan ve kaskınıza vuran yağmur sesinden sıkılıp kuru bir yer bulmak için bir umut gidersiniz, kilometrelerce gidersiniz, tek bir yapı çıkmaz yolunuzun üzerinde. En sonunda yolun kenarında mal mal durursunuz. Öylece durmak hiçbir şeyi değiştirmediğinden tekrar motor sürmeye devam edersiniz. Roma yakınlarında biryerdi sanırım. Hava çoktan kararmış ve biz yemek yiyecek biryerler bakarak motor sürüyorduk. Issız karanlığın içinde saatlerce gittik. Ama ne bir yerleşim yeri ne de bir tesis vardı. Karnımız öyle acıktı ki, bunun ötesinde kamp yapacağımız ve uyuyacağımız yol kenarı uygun bir yer de bulmamız gerekiyordu. Bir an yolun kenarında “restaurante” yazısı görür gibi oldum Arsız’ı sürerken. Sonra herhalde benzettim diye düşündüm. Karnımın açlığından olsa gerek geri dönüp kontrol etmek istedim ve ıssız karanlığı yaran çift şeritli yolda geri dönerek bu yapının önünde durdum. Türkiye’de bir lokantaya denk gelmeden önce reklamlarına raslarsınız. Karnınız hiç aç değilse bile adım başı bir lokanta olduğu yol üzerinde ilan edilmiştir bolca. Buralarda ise bir yerin kafe ya da lokanta olduğunu bilmeniz çok zor. Ne bir tabelası vardır ne de bir reklam vs. Portekiz’de her Cuma akşamı fado dinlemeye bir meyhaneye giderdim. Bu meyhane 3 katlı eski ahşap bir evin bodrum katındaydı. Yani beni oraya bir arkadaşım götürmüştü ilk. Tek başına öyle bir yeri bulmak imkansız. Dolayısıyla bu tür yerlerin müşterileri belli, sürekli gelen insanlar. Hani filmlerde olur ya, bir kasabanın barına bir yabancı girer ve bardaki herkes bu yabancıyı süzer merakla. Aynı öyle bir durumu çokca yaşadım buralarda. O akşam önünde durduğum yapının şato kapısını andıran bir girişi vardı. Bu kapıdan Arsızla beraber girdik içeri. Bir park yeri karşıladı bizi ve inanılmaz lüks araçlar park etmişti. Yanılmamışım, park yerinin ucunda önünde restaurante yazan bir bina var ve bu binanın içinde inanılmaz lüks kıyafatleriyle insanlar yemek yiyorlar. Restaurantın kapısının önünde ise siyah simokinli, gözlüklü bir adam bir kolunda beyaz bir havlu ile gelenleri karşılıyordu. Bu ikonu Türkiye’deki bazı lokantaların önünde görürsünüz. Ben bunun gerçeğiyle karşılaştım. Anladım ki burası çook pahalı bir yer. Portekiz’den çıkar çıkmaz herşey inanılmaz pahalılaştı zaten. Yolda market falan bulursam peynir ve ekmek alıyordum bolca. Onun dışında sandviçler bile oldukça pahalı ve doyurmuyordu. Bu restaurantın önüne Arsız’ı parketmiş bulundum bir kere ve gerçekten de çok yorgun ve açım. Dışarıdaki masalardan birine oturdum. Bu garson geldi hemen yanımıza ve ben bir menü istedim hemen, en kötü bir kahve içerim diye düşünüyordum. İtalya’nın ünlü pizalarından yemiştim daha önce. Acaip ince hamurlu bol soğanlı birşeydi yediğim ve doğrusunu söylemek gerekirse çok da hoşlanmamıştım. Garsonun getirdiği menüde spagettilerin olduğu bölüm yaklaşık 3-4 sayfaydı. İtalya’nın spagettisinin de ünlü olduğu aklıma geldi birden ve fiyatları da oldukça iyiydi. Bir mutluluk haline kapılarak garsona en ünlü spagettinin hangisi olduğunu sordum, o da “spagetti napoliten” dedi ve siparişi verdim. Bir süre sonra bu garson bir elinde acayip büyük ve düz bir tabakla yanıma geldi. Tabak öyle büyüktü ki, görünce inanılmaz sevinmiştim, yani iyice bir doyacağım diye. Tabağı önüme koyunca ne göreyim, koca tabağın ortasında yumruğum büyüklüğünde bir makarna! Hey allaam yahu. Tabağın zeminine fesleğen doğramışlar bolca. Ortasına da yoğun bir sosun içinde yumruk büyüklüğünde makarna koymuşlar. Kaşık ve çatalla yiyorsun bu arada makarnayı. Makarnalar okadar uzunki, çatalı daldırıp kaşığın içinde sarıyorsun makarnayı. İlk denememde bütün makarnayı sardım çatala, sonra tekrar ayrıştırdım. Bir şekilde yemeyi başardım. Ne yalan söyliyeyim, yediğim en güzel makarnaydı.:)




Doyduktan sonra uyumak için bir yer bulmaya geldi sıra. Yol kenarında uygun bir yer bakarak sürmeye başladım Arsızı. Ancak uygun bir yer yok. Saat çoktan gece yarısını geçti ve ben yorgunluktan ölüyorum. Derken bir benzinlik denk geldi. Geceleri benzinlikler kapalı olduğundan çoğunlukla buralarda uyuyordum. Ancak bu benzinlikte, o saatte, yerleri hortumla sulayan bir adam vardı. Ben benzinliğe girip kenarda bir yerde durunca yanıma kadar geldi. Ben burada uyumak istediğimi söyledim. “no” dedi. Sabah gün doğar doğmaz hareket edeceğim dedim, “no” dedi. Ne dediysem de sürekli “no” cevabı aldım. En son beni anlıyor musun dedim yine “no” dedi. Türkçe sordum beni anlıyor musun diye yine “no” dedi. Adam “Mr. No” imiş kardeşim. Ayrıldım ordan hemen.




Rotamız güney olduğu için her geçen gün hava daha da ısınıyordu. Artık motoru durdurunca terlemeye başlıyorum. Sabahın ilk saatleri yaklaşırken küçük bir kasabada bulduk kendimizi. Bu kasabanın girişinde bir benzinliğe girip arkada kuytu bir yer bulduk hemen. Artık çadır falan kurmuyoruz. Hava sıcak, gökyüzü açık. Arsız’ın hemen yanına matı serip uyku tulumunu çıkarıyordum. Çizmelerimi ve pantolonumu çıkarıp tulumun içine girip, başımı da sırt çantama yaslıyordum. Arsız’dan gelen çıtırtılar bana ninni oluyordu. Gökyüzünü seyrederek, sırt üstü günün son tütününü içip uykuya daldım haftalarca. Öyle ki, evime ulaştığım ilk gün yatakta uyumakta zorlanacaktım.




Birindisi’ne geldiğimizde tüm tabelalarda feribot ile Yunanistan ve Türkiye yazıları görmeye başladık. Türkiye’ye ait bir şey görmek, tabela üzerinde de olsa tuhaf bir duyguydu. Yani yolculuğun sonuna yaklaşma hissini yaşattı bize. Önceden Brindisi’nden Çeşme’ye direk feribot varmış artık yok. O yüzden Adriyatik denizini feribotla geçip Yunanistan’ın Patra şehrine ulaşmak istiyoruz. Limana girip Arsız’ı parkettiğimde ilk gözüme çarpan park etmiş bir özel yapım Harley Davidson oldu. Yani incelemeden geçemedim. Öyle salaş, öyle pis bir makineydi ki anlatamam. Ancak bir okadar da asil duruşu vardı. Selesi bir deri parçası, inanılmaz yüksek bir gidon, boyası bile olmayan bir kaporta, böyle dev gibi bir şey. Aslında bu tarz motorlar pırıl pırıl parlar ve gösterişleri temizliğinden gıcırlığından olur. Ancak bu Harley’in albenisi gıcır gıcır olmamasından başka bir şeydendi. Yani bu motora kanım kaynadı nedense görür görmez.




O akşamüzeri Patra feribotuna bindik. Arsız’ı feribotun park alanına bağlarken bir baktım bahsettiğim Harley hemen Arsız’ın önünde.:) Sürücüsü serseri bir adam ve arkasında da bir erkek çocuk. Tutamadım kendimi yanlarına gittim. Beni görünce Arsız’ı gösterip ne güzel bir motor dedi hemen bu serseri adam.:) Ben ise onun motoruyla ilgileniyordum. Özel yapım olduğunu ve tüm hayallerini bu motorun üzerinde taşıdığını söylüyordu.




Birkaç eşya alıp güverteye çıktım iyi bir yer bulmaya. Ağustos ayı olduğundan olsa gerek gemi tıklım tıklımdı. Bir sürü genç, çoğu öğrenci, gruplar halinde Yunanistan’a tatile gidiyorlardı. Herkes güverteye uyku tulumlarını serdiğinde yürümek zor bir şey haline geliyordu. Olimpos’u düşünün Ağustos ayında. Tüm Olimpos’u toplayıp bu gemiye bindirdiğinizi düşünün.:) Sabaha kadar süren yolculuk boyunca herkes ayaktaydı ve sohbet ediyordu. Ulen dedim, biz öğrenciyken Ankara’dan Antalya’ya gelirdik tatile. Adamlar Yunanistan’a gidiyorlar gemiyle. Onlar için seyehat etmek sorun değilki. Pasaportsuz bile dolaşabiliyorlar heryerde. Şanssızmışız vesselam, ne diim. Güvertede bir kenarda matımı serdim. Nerdeyse kucak kucağayız insanlarla. Kitap okuyanlar, müzik dinleyenler, sevgililer, içenler vs süper bir ortam gerçekten. Bir baktım ki, Harley adam ve küçük çocuk yanıbaşıma sermişler tulumlarını. Durum böyle iken sohbet etmeye başladık. Luis ve eşinin 12 yaşındaki oğlu Gestavu ile Portekiz’den motosikletle yola çıkmışlar ve Yunanistan’a gidiyorlarmış. Luis ve Gestavu’nun Portekizli olduğunu öğrendiğimde nasıl mutlu oldum anlatamam. Bir yıldır Portekiz’de yaşamam sanki beni oralı yapmış ve İtalya’da Portekizlilerle karşılaşmak ise memleketimden insanlarla karşılaşmışım hissini bana vermişti.:) Dedim ben de Portekiz’den geliyorum.:) Tabi çok şaşırdılar. Benden birkaç gün sonra yola çıkmışlar sadece ve biz İtalya’da karşılaşıyoruz.:) Luis inanılmaz sıcak biri, sanki yıllardır tanıyorum, okadar kısa sürede arkadaş olduk ki anlatamam. Zira Gestavu çok güzel bir çocuk, Luis’in yol arkadaşı.:) Sabaha kadar sohbet ettik Luisle. Bir sene önce Luis Harley’i ile Afrika’yı dolaşırken Yunan motorcu Andreas ile tanışmış ve arkadaş olmuşlar. Şimdi ise Andreas’ı ziyarete gidiyorlar. Sabah Patra limanında Andreas bekliyor olacakmış. Benim Türkiye’ye gittiğimi öğrenince çok heycanlanıyor Luis. Türkiye onlar için çok uzak ve merak edilen bir ülke. Buraya kadar gelmişken Türkiye’ye gidebilir miyiz diye soruyor bana heycanlanarak.:) Ben de neden olmasın gelin benimle diyorum. Luis’in gözleri parlayarak Andreas’a mesaj atıyor. Gemide bir Türk motorcu ile tanıştım, ona takılıp beraber Türkiye’ye gidelim mi diye soruyor.:) Andreas’ın yanıtı çok açık: “Superrrr!” .:)




Sabah Patra limanında bizi Andreas karşıladı. Patra şehrinde hep beraber bir kafede oturduk önce. Sabah sabah uzo içmek de ayrı bir duyguydu.:) Benim amacım o sabah hiç zaman kaybetmeden Atina’ya sürüp ilk feribotla adalar üzerinden Türkiye’ye varmaktı, zira aylardır görmediğim bir sevgilim var Antalya’da ve bir an önce ona ulaşmayı istiyordum. Ancak Andreas öyle teklifler sundu ki hayır diyemedim. Önce bize gidelim, denize girin, banyo yapın, birşeyler yiyelim ve uzanın yatakta dinlenin deyince Andreas, vücudum bu teklifleri geri çeviremedi. Çünkü yaklaşık bir aydır yoldayım, peynir, ekmek ve ucuz sandviçle besleniyorum, hiç banyo yapmadım ve sürekli yolda uyuyordum. Ben kolay bir şekilde tamam deyince herkes çok mutlu oldu.:)




Deniz kenarında üç katlı müstakil bir ev düşünün. Eve özel minik bir koy, kumsal var. Bu evin bahçe katında Andreas ve kız kardeşi Kelly yaşıyor, üst katında ise dünya tatlısı anne ve baba yaşıyor. Motorları evin bahçesine park edip şortlarımızı giymek ve tertemiz adriyatikde yüzmek o ana kadar yaşadığım en güzel şeylerden biriydi. Üstüne temiz bir banyo, sabun, şampuan, temiz bir havlu, daha sonra Andreas’ın annesinin bizim için yaptığı güzel bir yemek, üstüne dondurma ve o güzelim minik koyda akşama kadar uyku çekmek, yolculuğum boyunca başıma gelen en güzel şeylerdi diyebilirim.




Daha önce de bahsettim. Yunanlılar gerçekten çok dost insanlar. Andreas’ın annesi ve babası sanki kendi çocuklarıymışız gibi davrandılar bize. Baba’nın büyükannesi Türkçe biliyormuş. Birkaç Türkçe kelime biliyordu ve onları tekrarlıyordu sürekli. Balkonda yaptığımız tavla turnuvaları da cabası oldu, her şey çok güzeldi. O gece Andreasların bu güzel ve arkadaş evinde kaldık. Ertesi sabah Atina’ya doğru yola çıkmaya karar vermiştik. Tabi herkes öğleden sonra bir vakitte uyandı.:) Ben bu yolculuğa çıkmadan önce motosikletim için bir dolu evrak ve bir dolu para harcamıştım. Andreas Türkiye’ye gelmek için Atina’da yol üstünde biryerlere uğradı ve tek kuruş ödemeden motosikleti için gereken evrakları aldı anacım, sinir oldum. Dedim vize falan almanız gerekiyor mu? Türk konsolosluğunu aradılar, Türk gümrüğünden Andreas’ın vizesiz girebileceğini, Luis ve Gestavu’nun da kolayca gümrükten vize alabileceklerini söylediler. Vay arkadaş yahu, bizim Avrupaya çıkmamız bir ölümken adamlar ellerini kollarını sallayarak geliyorlar Türkiye’ye iyi mi…




Ertesi gün akşam saatlerinde Andreas’ın liderliğinde Atina’ya vardık. Ancak akşam saat 6 daki feribota yetişemedik. Ben bir gün geç kalacağımı söylemiştim zaten sevdiğime, bu feribota yetişemeyince bir gün daha gecikeceğim anlaşıldı. Çünkü diğer feribot sonraki gün aynı saatte. Böylelikle Atina geceleri bizim oldu. Andreas Atina’da üniversite okumuş ve küçük bir çatı katı evi var. Sabahın erken saatlerine kadar Atina sokaklarını, rock barlarını dolaştık durduk. Gestavu Harleyin üzerinde uyudu kaldı.:) Andreas’ın evine girdiğimizde güzel bir uyku çektik. Zamanımız var, feribot akşam 6’da ne de olsa.:)

Eylül, 2011

İki Teker Üzeri Avrupa 7


Uzun süredir yurtdışında yaşayan dostları kendi yaşadıkları yerde ziyaret etmek gerçekten başka bir güzel. Amsterdam’da sevgili dostum Şenay’ın evinde 2 günümüzü geçirdik. Yıllar yıllar önce üniversitede öğrenciyken, Şenay arkadaşlarıyla gecenin bir yarısı Cebeci’deki evimin kapısını çalar süprizler yapardı. Şimdi ben ona sürpriz yaptım. İyiki de yapmışım.:)




 Amsterdam’da yaşayan bir arkadaşınız varsa bu çılgın şehri daha bir güzel dolaşır herşeyini çabucak öğrenirsiniz. Ben öğrendim ve hayatımda bu kadar çılgın bir şehir daha önce görmemişim bunu anladım. Amsterdam’ı anlatmaya nerden başlasam bilemiyorum. Ama her kim olursanız olun şehre girer girmez dikkatinizi çeken ilk şey yoğun bisiklet kullanımı ve bisiklet parkları olur. Binlerce bisikletten oluşan kat kat bisiklet parklarını görmeden hayal edemezsiniz. Neredeyse şehir içi ulaşımın tamamının bisikletle yapıldığı bir şehir düşünün. Arabalar o kadar az ki, arabalar için yollar göstermelik, öylesine yani lutfen yapılmışlar sanki. Hani bizim Antalya’daki kaldırım üstüne çizilmiş göstermelik bisiklet yolları varya, işte öyle yolların arabalar için yapılmış olduğunu, asıl önemli yolların ise bisikletler için yapılmış olduğunu bir hayal edin. Zor değil mi böyle bir şeyi hayal etmek? Aslında bu genellemeyi tüm Hollanda için yapsak çok da yanlış olmaz. Bu ülkede şehirler arası yollarda da ayrıca bisiklet yolları var. Hatta köprülerin yanında da ayrıca bisiklet yolları var. Hollanda da herhangi bir yerden her hangi bir yere bisikletinizle bisiklet yolları kullanarak gidersiniz. Hatta bisiklet yolları kesişiyor ve kavşaklar oluşuyor. Kırmızı, yeşil ışıklar var yahu, sadece bisikletlerin gittiği bisiklet yollarından bahsediyorum, şaka gibi. Bir de bu ülke dümdüz, hiçbir tepelik alan yok. Dolayısıyla vitesli bisiklet yok. İnsanların kullandığı bisikletler vitessiz, ince büyük tekerli, antika sayılabilecek türden. Anladığım kadarıyla orada insanlar için bisiklet çok özel bir şey. Dedelerinden kalan bisikletleri kullanıyorlar ve muhtemelen torunları da aynı bisikletleri kullanacaklar.




Amsterdam şehrine girince dikkatinizi çeken başka bir şey ise yoğun maruanna kokusu.:) Bu ülkede uyuşturucu kullanmak serbest. Hiçbir yasağın olmadığı bir yer düşünün. Bunu düşünmek de zor değil mi? Her hangi bir kafeye oturup istediğiniz maruannayı sipariş edersiniz garson getirir. Hatta siz saramassanız, garson yardımcı olur. Herkesin kafa bi milyon, herkes gülüyor, herkes ermiş, herkes derviş, çekiyor zuladan püf püf duman.:)




Sex ya da pornografi genelde erkekler tarafından tüketilir ya, Amsterdam da hiç öyle değil. Yani alışık olmadığım bir durumla karşılaştım ben. Çocukluğum aklıma geldi durdu. Her türk genci 10-11 yaşlarında ya da bu yaşlara yakın zamanlarda kareteye gider.:) Ne alakası mı var? Bakın dinleyin: Ben de çocukken Güllük caddesindeki ‘Shaolin Karete do’ okuluna gitmiştim. Bu arada bu karete salonu hala var ve aynı yerde. Neyse. E tabi karete öğrenirken dönemin ünlü karetecilerinin filmlerini merak edersiniz. O yıllarda internet vs olmadığından bu filmleri sadece sinemalarda bulursunuz. O zamanlar Antalya’da Yener sineması vardı ve bu sinema iki film birden gösterirdi. İkinci film karete filmi olurdu ve ünlü karetecilerin filmi olurdu, Bruce Lee (burujelle, buruşli vb şekilde çevirirdik biz. Hatta cüneyt arkın mı yener buruşli mi yener diye de iddaya girerdik) filmleri bizim için sözün bittiği yer olur hepimizin hayali Bruce Lee gibi karete yapmak olurdu. Buraya kadar herşey normal de, ilk film sex filmi olurdu yahu. Şimdi düşündükçe daha da saçma geliyor. Yani iki film birden gösteren bir sinemada ilk film sex filmi ikinci film karete filmi olması kadar iğrenç bir şey olabilir mi yaw.:) Biz buruşli filmine ulaşabilmek için Zerrin Egeliler ve Aydemir Akbaş filmlerine maruz kalırdık ve bunlar çocukken, ilk cinselliği keşfetme aşamasında iken, ergenliğe adım atarken başımıza gelirdi. Yani sistem bize sağlam bir sexden sonra adam dövmeyi öğretirdi. Bıyıklarımız yeni terlemeye başlarken bu abuk cinsellik keşfi ve “ataerkil” topluma ilk adım, muhtemelen büyüyünce iktidar ve şiddet konusunda yüksek lisans yapan toplumların ana okulunu oluşturuyordu.





O yıllarda, çocukken, bir rüyamda Zerrin Egeliler’in mınçıkayla karete yaptığını gördüm. Bu rüya karete kariyerimi bitirmemin nedenidir. (Doğru mu yazdım emin değilim, mınçıka, yani, kısa bir zincirle birbirine bağlanmış iki sopa).




Amsterdam’da sex müzesi var. Kadınlar, erkekler, aileler ve çocuklar gezebiliyor. Yeryüzündeki cinselliğe ait ilk şeyden, figürden, filmden, resimden vs, günümüze kadar olan bir çok şey sergileniyor. Ayrıca sex tiyatroları var, yine herkese açık. Daha neler var neler, gidin görün derim ben.:)




Bir türlü kesilmek bilmeyen yağmurun altında Amsterdam’dan ayrıldık Arsızla. Artık yağmursuz bir gün hayal edemiyorum. Yaklaşık 10 gün boyunca yağmur kesilmedi. Emektar ceketim daha fazla dayanamadı bu yağmura ve su almaya başladı. Emektar kaskımı Fransa’da bırakmak ne kadar üzücü olduysa, ceketimi de Amsterdam’da bırakmak o kadar üzücüydü. Yeni ceketimle beraber ayrıldık Amsterdam’dan. Rotamızı güneye çevirdik. Bir an önce güneşi görmek için. Almanya’ya girer girmez güneşi gördük. Ve bu güneş Antalya’ya kadar bizi hiç yalnız bırakmadı, hatta ısıttı da ısıttı. Çadır bile kurmadan uyuyacağımız yol kenarları ve tarlalar bizim artık. Her sabah uyandığımızda solumuzda güneş yükseliyordu, güneye giderken.:)




Almanya sınırına girer girmez Ağustos ayında olduğumuzu hissettim ilk kez, hava ısınmıştı. Almanya’nın ücretsiz oto yollarından süzüldük gün boyu. Bir çok Türkle karşılaştık. Sulu yemekler yedik uzun süreden sonra. Fransa, Belçika ve Hollanda’dan sonra Almanya bana pek bi yavan geldi doğrusu. Bu ülkeden çabucak geçip muhteşem güzellikteki Apler’i yolumuzun üzerinde görmeye başladık. Almanya’dan Avusturya’ya girişimiz, Alpler’i tırmanarak gerçekleşti. Doğa ve iklim birden değişti. Bu görkemli sıra dağlar bizi kucakladı ve tırmanmaya başladık. Virajlı dağ yolları, binbir çeşit zirveler, yemyeşil çam ormanları ve dingin, serin göl kenarlarından kıvrıla kıvrıla tırmandık. İnanılmaz kalabalık bir trafik vardı bu dağ yolunda. Yine şaşıracaksınız ama bu trafiğin asıl unsurları motosikletler ve bisikletlerdi. Arabalar çok azdı diyebilirim. Yollarda rasladığım motosiklet ekiplerine takıldım durdum bir süre. Onların verdiği molalarda ben de duruyordum. Tuhaf ve gülümser bakışlarına karşılık “neden durduk burada?” ya da “e biralar kimden” şeklinde yanıtlar veriyordum. Artık ben de Arsız’ım.:) Hoş sohbetler bizi hiç yalnız bırakmadı. Bu dağ yolunda arabalardan çok motorsiklet olunca, yol kenarındaki işletmeler de ona göre şekillenmiş. Moto pansiyon, moto cafe, moto camping gibi tabelaları pek bi sıkça görebilirsiniz Alplerde.




















Tırmanarak çıktığımız yolun iniş kısmını da bitirdiğimizde kendimizi İtalya’da bulduk. Çok ilginçti bir gün içerisinde 3 ülkeyi görmek. Almanya, Avusturya ve İtalya.:) Ancak İtalya’da baya bir yolumuz var. Çünkü çizmenin en tepesinden girmiş olduk ülkeye ve çizmenin topuğuna kadar ineceğiz aşağıya. Brindisi’den Yunanistan’nın Patra şehrine bir feribot bulabilmek umudumuz.





















Alpler’in arasında bir yerde, muhteşem Dolunay ve yıldızların olduğu bir gecede, gökyüzünde kaybolan görkemli zirveleri seyrederek, Arsız’ın hemen yanında yol kenarında uykuya dalmanın ne demek olduğunu tüm insanlar bilseydi, inanın çok güzel, naif ve barış içinde bir dünyamız olurdu, emin olun…

 Eylül, 2011