İtalya’ya girdiğimizde tanıdık yüzler görmeye
başladık. Yani gerçekten de italyanlar bize çok benziyorlar. Çizmenin en
tepesinden girdiğimiz bu ülkedeki yolculuğumuz daha uzun sürdü, zira çizmenin
topuğuna kadar indik. Yanlış hatırlamıyorsam yaklaşık 1200km sadece İtalya’da
yapmış olduk.
Uzun süredir yolda olduğumdan, onlarca değişik ülke
ve bir çok farklı şehirden geçtiğimden artık yeni bir Avrupa şehri gördüğümde
heyecanlanmıyordum. Avrupa Birliği denilen şey bir tür standart yaratmış, sanki
kocaman bir kıta ülkesini dolaşıyormuşum gibi hissediyordum. Tipik bir Avrupa
şehrinin mantığını kavramıştım artık. Şehir merkezinde trafiğe kapalı bir alan,
büyük bir meydan, katedraller, kiliseler ve olabildiğince tarihi binalar. Tüm
şehirlerde durum hemen hemen böyleydi. Bir de sürekli yolda olmak başka bir
şey. Yani yoldan çıkıp bir şehire girince bir stress bir sıkıntı durumu
yaşamaya başlamıştım. Yani gerçekten de biz insanlar şehirlerde yaşayarak bir
çok şeyi berbat ediyoruz sanki. Şehirlerden çıkıp yollara tekrar koyulduğumda,
doğal parkların, ormanların, köylerin ve dağların arasından geçerken kendimi
buluyor, yol ile yol oluyordum.
Avrupa’da şehirler arası yollar bizim buralardaki
gibi değil. Özellikle ücretsiz yolları kullanıyorsanız, kilometrelerce gidip
tek bir yapı, tek bir dinlenme tesisi vs. bulamazsınız. Olabildiğince yalnız,
ıssız, uçsuz bucaksız bir tarladan, dağların arasından ya da sulak bir yerden
giderken bazen benzininiz bitmek üzere olur ama bir benzinlik bulamazsınız. Bir
keresinde benzinim bitmek üzereyken bir benzinlik denk gelmişti. Ancak bu
benzinlik öğle tatilinde olduğu için kapanmıştı. Bir sonraki benzinliğin nerede
olduğunu bilmediğimden ve kalan benzinimin beni bir sonraki benzinliğe götürüp
götürmeyeceğinden emin olmadığımdan bu benzinlikte yaklaşık iki saat
beklemiştim. Benzinlikler buradaki gibi 7/24 açık değil oralarda. Mesai
yapıyorlar. Mesai dışında ise makineler devreye giriyor. Siz bu makinelere para
atarak kendiniz benzin alıyorsunuz ve en kötü olan şey ise bu makinelerin dili
ingilizce değil. İtalya’da bir keresinde makineye attığım 20 Euro’dan sonra bir
komut geldi ekrana italyanca, ne yapacağımı bilemedim. Bir sürü tuşa basmama
rağmen ne benzin ne de paramı geri alabildim. Yine bir saate yakın birilerinin
benzin almak için gelmesini beklemiştim. Ama insan öğreniyor her şeyi,
özellikle öğrenmek zorunda kalırsa.
Bu ıssız yollarda gitmek gerçekten çok güzel.
Yağmurda gidiyorsanız, bazen başınızı sokacak bir yer bulmak istiyorsunuz ama
bulamıyorsunuz. Artık ıslanmaktan ve kaskınıza vuran yağmur sesinden sıkılıp
kuru bir yer bulmak için bir umut gidersiniz, kilometrelerce gidersiniz, tek
bir yapı çıkmaz yolunuzun üzerinde. En sonunda yolun kenarında mal mal
durursunuz. Öylece durmak hiçbir şeyi değiştirmediğinden tekrar motor sürmeye
devam edersiniz. Roma yakınlarında biryerdi sanırım. Hava çoktan kararmış ve
biz yemek yiyecek biryerler bakarak motor sürüyorduk. Issız karanlığın içinde
saatlerce gittik. Ama ne bir yerleşim yeri ne de bir tesis vardı. Karnımız öyle
acıktı ki, bunun ötesinde kamp yapacağımız ve uyuyacağımız yol kenarı uygun bir
yer de bulmamız gerekiyordu. Bir an yolun kenarında “restaurante” yazısı görür
gibi oldum Arsız’ı sürerken. Sonra herhalde benzettim diye düşündüm. Karnımın
açlığından olsa gerek geri dönüp kontrol etmek istedim ve ıssız karanlığı yaran
çift şeritli yolda geri dönerek bu yapının önünde durdum. Türkiye’de bir
lokantaya denk gelmeden önce reklamlarına raslarsınız. Karnınız hiç aç değilse
bile adım başı bir lokanta olduğu yol üzerinde ilan edilmiştir bolca. Buralarda
ise bir yerin kafe ya da lokanta olduğunu bilmeniz çok zor. Ne bir tabelası
vardır ne de bir reklam vs. Portekiz’de her Cuma akşamı fado dinlemeye bir
meyhaneye giderdim. Bu meyhane 3 katlı eski ahşap bir evin bodrum katındaydı.
Yani beni oraya bir arkadaşım götürmüştü ilk. Tek başına öyle bir yeri bulmak
imkansız. Dolayısıyla bu tür yerlerin müşterileri belli, sürekli gelen
insanlar. Hani filmlerde olur ya, bir kasabanın barına bir yabancı girer ve
bardaki herkes bu yabancıyı süzer merakla. Aynı öyle bir durumu çokca yaşadım
buralarda. O akşam önünde durduğum yapının şato kapısını andıran bir girişi
vardı. Bu kapıdan Arsızla beraber girdik içeri. Bir park yeri karşıladı bizi ve
inanılmaz lüks araçlar park etmişti. Yanılmamışım, park yerinin ucunda önünde
restaurante yazan bir bina var ve bu binanın içinde inanılmaz lüks
kıyafatleriyle insanlar yemek yiyorlar. Restaurantın kapısının önünde ise siyah
simokinli, gözlüklü bir adam bir kolunda beyaz bir havlu ile gelenleri
karşılıyordu. Bu ikonu Türkiye’deki bazı lokantaların önünde görürsünüz. Ben
bunun gerçeğiyle karşılaştım. Anladım ki burası çook pahalı bir yer.
Portekiz’den çıkar çıkmaz herşey inanılmaz pahalılaştı zaten. Yolda market
falan bulursam peynir ve ekmek alıyordum bolca. Onun dışında sandviçler bile
oldukça pahalı ve doyurmuyordu. Bu restaurantın önüne Arsız’ı parketmiş
bulundum bir kere ve gerçekten de çok yorgun ve açım. Dışarıdaki masalardan
birine oturdum. Bu garson geldi hemen yanımıza ve ben bir menü istedim hemen,
en kötü bir kahve içerim diye düşünüyordum. İtalya’nın ünlü pizalarından
yemiştim daha önce. Acaip ince hamurlu bol soğanlı birşeydi yediğim ve
doğrusunu söylemek gerekirse çok da hoşlanmamıştım. Garsonun getirdiği menüde
spagettilerin olduğu bölüm yaklaşık 3-4 sayfaydı. İtalya’nın spagettisinin de
ünlü olduğu aklıma geldi birden ve fiyatları da oldukça iyiydi. Bir mutluluk
haline kapılarak garsona en ünlü spagettinin hangisi olduğunu sordum, o da
“spagetti napoliten” dedi ve siparişi verdim. Bir süre sonra bu garson bir
elinde acayip büyük ve düz bir tabakla yanıma geldi. Tabak öyle büyüktü ki,
görünce inanılmaz sevinmiştim, yani iyice bir doyacağım diye. Tabağı önüme
koyunca ne göreyim, koca tabağın ortasında yumruğum büyüklüğünde bir makarna!
Hey allaam yahu. Tabağın zeminine fesleğen doğramışlar bolca. Ortasına da yoğun
bir sosun içinde yumruk büyüklüğünde makarna koymuşlar. Kaşık ve çatalla
yiyorsun bu arada makarnayı. Makarnalar okadar uzunki, çatalı daldırıp kaşığın
içinde sarıyorsun makarnayı. İlk denememde bütün makarnayı sardım çatala, sonra
tekrar ayrıştırdım. Bir şekilde yemeyi başardım. Ne yalan söyliyeyim, yediğim
en güzel makarnaydı.:)
Doyduktan sonra uyumak için bir yer bulmaya geldi
sıra. Yol kenarında uygun bir yer bakarak sürmeye başladım Arsızı. Ancak uygun
bir yer yok. Saat çoktan gece yarısını geçti ve ben yorgunluktan ölüyorum.
Derken bir benzinlik denk geldi. Geceleri benzinlikler kapalı olduğundan
çoğunlukla buralarda uyuyordum. Ancak bu benzinlikte, o saatte, yerleri
hortumla sulayan bir adam vardı. Ben benzinliğe girip kenarda bir yerde durunca
yanıma kadar geldi. Ben burada uyumak istediğimi söyledim. “no” dedi. Sabah gün
doğar doğmaz hareket edeceğim dedim, “no” dedi. Ne dediysem de sürekli “no”
cevabı aldım. En son beni anlıyor musun dedim yine “no” dedi. Türkçe sordum
beni anlıyor musun diye yine “no” dedi. Adam “Mr. No” imiş kardeşim. Ayrıldım
ordan hemen.
Rotamız güney olduğu için her geçen gün hava daha da
ısınıyordu. Artık motoru durdurunca terlemeye başlıyorum. Sabahın ilk saatleri
yaklaşırken küçük bir kasabada bulduk kendimizi. Bu kasabanın girişinde bir
benzinliğe girip arkada kuytu bir yer bulduk hemen. Artık çadır falan
kurmuyoruz. Hava sıcak, gökyüzü açık. Arsız’ın hemen yanına matı serip uyku
tulumunu çıkarıyordum. Çizmelerimi ve pantolonumu çıkarıp tulumun içine girip,
başımı da sırt çantama yaslıyordum. Arsız’dan gelen çıtırtılar bana ninni
oluyordu. Gökyüzünü seyrederek, sırt üstü günün son tütününü içip uykuya daldım
haftalarca. Öyle ki, evime ulaştığım ilk gün yatakta uyumakta zorlanacaktım.
Birindisi’ne geldiğimizde tüm tabelalarda feribot
ile Yunanistan ve Türkiye yazıları görmeye başladık. Türkiye’ye ait bir şey
görmek, tabela üzerinde de olsa tuhaf bir duyguydu. Yani yolculuğun sonuna
yaklaşma hissini yaşattı bize. Önceden Brindisi’nden Çeşme’ye direk feribot
varmış artık yok. O yüzden Adriyatik denizini feribotla geçip Yunanistan’ın
Patra şehrine ulaşmak istiyoruz. Limana girip Arsız’ı parkettiğimde ilk gözüme
çarpan park etmiş bir özel yapım Harley Davidson oldu. Yani incelemeden
geçemedim. Öyle salaş, öyle pis bir makineydi ki anlatamam. Ancak bir okadar da
asil duruşu vardı. Selesi bir deri parçası, inanılmaz yüksek bir gidon, boyası
bile olmayan bir kaporta, böyle dev gibi bir şey. Aslında bu tarz motorlar
pırıl pırıl parlar ve gösterişleri temizliğinden gıcırlığından olur. Ancak bu
Harley’in albenisi gıcır gıcır olmamasından başka bir şeydendi. Yani bu motora
kanım kaynadı nedense görür görmez.
O akşamüzeri Patra feribotuna bindik. Arsız’ı
feribotun park alanına bağlarken bir baktım bahsettiğim Harley hemen Arsız’ın
önünde.:) Sürücüsü serseri bir adam ve arkasında da bir erkek çocuk. Tutamadım
kendimi yanlarına gittim. Beni görünce Arsız’ı gösterip ne güzel bir motor dedi
hemen bu serseri adam.:) Ben ise onun motoruyla ilgileniyordum. Özel yapım
olduğunu ve tüm hayallerini bu motorun üzerinde taşıdığını söylüyordu.
Birkaç eşya alıp güverteye çıktım iyi bir yer
bulmaya. Ağustos ayı olduğundan olsa gerek gemi tıklım tıklımdı. Bir sürü genç,
çoğu öğrenci, gruplar halinde Yunanistan’a tatile gidiyorlardı. Herkes
güverteye uyku tulumlarını serdiğinde yürümek zor bir şey haline geliyordu.
Olimpos’u düşünün Ağustos ayında. Tüm Olimpos’u toplayıp bu gemiye
bindirdiğinizi düşünün.:) Sabaha kadar süren yolculuk boyunca herkes ayaktaydı
ve sohbet ediyordu. Ulen dedim, biz öğrenciyken Ankara’dan Antalya’ya gelirdik
tatile. Adamlar Yunanistan’a gidiyorlar gemiyle. Onlar için seyehat etmek sorun
değilki. Pasaportsuz bile dolaşabiliyorlar heryerde. Şanssızmışız vesselam, ne
diim. Güvertede bir kenarda matımı serdim. Nerdeyse kucak kucağayız insanlarla.
Kitap okuyanlar, müzik dinleyenler, sevgililer, içenler vs süper bir ortam
gerçekten. Bir baktım ki, Harley adam ve küçük çocuk yanıbaşıma sermişler
tulumlarını. Durum böyle iken sohbet etmeye başladık. Luis ve eşinin 12
yaşındaki oğlu Gestavu ile Portekiz’den motosikletle yola çıkmışlar ve
Yunanistan’a gidiyorlarmış. Luis ve Gestavu’nun Portekizli olduğunu
öğrendiğimde nasıl mutlu oldum anlatamam. Bir yıldır Portekiz’de yaşamam sanki
beni oralı yapmış ve İtalya’da Portekizlilerle karşılaşmak ise memleketimden
insanlarla karşılaşmışım hissini bana vermişti.:) Dedim ben de Portekiz’den
geliyorum.:) Tabi çok şaşırdılar. Benden birkaç gün sonra yola çıkmışlar sadece
ve biz İtalya’da karşılaşıyoruz.:) Luis inanılmaz sıcak biri, sanki yıllardır
tanıyorum, okadar kısa sürede arkadaş olduk ki anlatamam. Zira Gestavu çok
güzel bir çocuk, Luis’in yol arkadaşı.:) Sabaha kadar sohbet ettik Luisle. Bir
sene önce Luis Harley’i ile Afrika’yı dolaşırken Yunan motorcu Andreas ile
tanışmış ve arkadaş olmuşlar. Şimdi ise Andreas’ı ziyarete gidiyorlar. Sabah
Patra limanında Andreas bekliyor olacakmış. Benim Türkiye’ye gittiğimi
öğrenince çok heycanlanıyor Luis. Türkiye onlar için çok uzak ve merak edilen bir
ülke. Buraya kadar gelmişken Türkiye’ye gidebilir miyiz diye soruyor bana
heycanlanarak.:) Ben de neden olmasın gelin benimle diyorum. Luis’in gözleri
parlayarak Andreas’a mesaj atıyor. Gemide bir Türk motorcu ile tanıştım, ona
takılıp beraber Türkiye’ye gidelim mi diye soruyor.:) Andreas’ın yanıtı çok
açık: “Superrrr!” .:)
Sabah Patra limanında bizi Andreas karşıladı. Patra
şehrinde hep beraber bir kafede oturduk önce. Sabah sabah uzo içmek de ayrı bir
duyguydu.:) Benim amacım o sabah hiç zaman kaybetmeden Atina’ya sürüp ilk
feribotla adalar üzerinden Türkiye’ye varmaktı, zira aylardır görmediğim bir
sevgilim var Antalya’da ve bir an önce ona ulaşmayı istiyordum. Ancak Andreas
öyle teklifler sundu ki hayır diyemedim. Önce bize gidelim, denize girin, banyo
yapın, birşeyler yiyelim ve uzanın yatakta dinlenin deyince Andreas, vücudum bu
teklifleri geri çeviremedi. Çünkü yaklaşık bir aydır yoldayım, peynir, ekmek ve
ucuz sandviçle besleniyorum, hiç banyo yapmadım ve sürekli yolda uyuyordum. Ben
kolay bir şekilde tamam deyince herkes çok mutlu oldu.:)
Deniz kenarında üç katlı müstakil bir ev düşünün.
Eve özel minik bir koy, kumsal var. Bu evin bahçe katında Andreas ve kız
kardeşi Kelly yaşıyor, üst katında ise dünya tatlısı anne ve baba yaşıyor.
Motorları evin bahçesine park edip şortlarımızı giymek ve tertemiz adriyatikde
yüzmek o ana kadar yaşadığım en güzel şeylerden biriydi. Üstüne temiz bir
banyo, sabun, şampuan, temiz bir havlu, daha sonra Andreas’ın annesinin bizim
için yaptığı güzel bir yemek, üstüne dondurma ve o güzelim minik koyda akşama
kadar uyku çekmek, yolculuğum boyunca başıma gelen en güzel şeylerdi
diyebilirim.
Daha önce de bahsettim. Yunanlılar gerçekten çok
dost insanlar. Andreas’ın annesi ve babası sanki kendi çocuklarıymışız gibi
davrandılar bize. Baba’nın büyükannesi Türkçe biliyormuş. Birkaç Türkçe kelime
biliyordu ve onları tekrarlıyordu sürekli. Balkonda yaptığımız tavla
turnuvaları da cabası oldu, her şey çok güzeldi. O gece Andreasların bu güzel
ve arkadaş evinde kaldık. Ertesi sabah Atina’ya doğru yola çıkmaya karar
vermiştik. Tabi herkes öğleden sonra bir vakitte uyandı.:) Ben bu yolculuğa
çıkmadan önce motosikletim için bir dolu evrak ve bir dolu para harcamıştım.
Andreas Türkiye’ye gelmek için Atina’da yol üstünde biryerlere uğradı ve tek
kuruş ödemeden motosikleti için gereken evrakları aldı anacım, sinir oldum.
Dedim vize falan almanız gerekiyor mu? Türk konsolosluğunu aradılar, Türk
gümrüğünden Andreas’ın vizesiz girebileceğini, Luis ve Gestavu’nun da kolayca
gümrükten vize alabileceklerini söylediler. Vay arkadaş yahu, bizim Avrupaya
çıkmamız bir ölümken adamlar ellerini kollarını sallayarak geliyorlar
Türkiye’ye iyi mi…
Ertesi gün akşam saatlerinde Andreas’ın liderliğinde
Atina’ya vardık. Ancak akşam saat 6 daki feribota yetişemedik. Ben bir gün geç
kalacağımı söylemiştim zaten sevdiğime, bu feribota yetişemeyince bir gün daha
gecikeceğim anlaşıldı. Çünkü diğer feribot sonraki gün aynı saatte. Böylelikle
Atina geceleri bizim oldu. Andreas Atina’da üniversite okumuş ve küçük bir çatı
katı evi var. Sabahın erken saatlerine kadar Atina sokaklarını, rock barlarını
dolaştık durduk. Gestavu Harleyin üzerinde uyudu kaldı.:) Andreas’ın evine
girdiğimizde güzel bir uyku çektik. Zamanımız var, feribot akşam 6’da ne de
olsa.:)
Eylül, 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder