22 Şubat 2012 Çarşamba

İki Teker Üzeri Avrupa 8


İtalya’ya girdiğimizde tanıdık yüzler görmeye başladık. Yani gerçekten de italyanlar bize çok benziyorlar. Çizmenin en tepesinden girdiğimiz bu ülkedeki yolculuğumuz daha uzun sürdü, zira çizmenin topuğuna kadar indik. Yanlış hatırlamıyorsam yaklaşık 1200km sadece İtalya’da yapmış olduk.






Uzun süredir yolda olduğumdan, onlarca değişik ülke ve bir çok farklı şehirden geçtiğimden artık yeni bir Avrupa şehri gördüğümde heyecanlanmıyordum. Avrupa Birliği denilen şey bir tür standart yaratmış, sanki kocaman bir kıta ülkesini dolaşıyormuşum gibi hissediyordum. Tipik bir Avrupa şehrinin mantığını kavramıştım artık. Şehir merkezinde trafiğe kapalı bir alan, büyük bir meydan, katedraller, kiliseler ve olabildiğince tarihi binalar. Tüm şehirlerde durum hemen hemen böyleydi. Bir de sürekli yolda olmak başka bir şey. Yani yoldan çıkıp bir şehire girince bir stress bir sıkıntı durumu yaşamaya başlamıştım. Yani gerçekten de biz insanlar şehirlerde yaşayarak bir çok şeyi berbat ediyoruz sanki. Şehirlerden çıkıp yollara tekrar koyulduğumda, doğal parkların, ormanların, köylerin ve dağların arasından geçerken kendimi buluyor, yol ile yol oluyordum.




Avrupa’da şehirler arası yollar bizim buralardaki gibi değil. Özellikle ücretsiz yolları kullanıyorsanız, kilometrelerce gidip tek bir yapı, tek bir dinlenme tesisi vs. bulamazsınız. Olabildiğince yalnız, ıssız, uçsuz bucaksız bir tarladan, dağların arasından ya da sulak bir yerden giderken bazen benzininiz bitmek üzere olur ama bir benzinlik bulamazsınız. Bir keresinde benzinim bitmek üzereyken bir benzinlik denk gelmişti. Ancak bu benzinlik öğle tatilinde olduğu için kapanmıştı. Bir sonraki benzinliğin nerede olduğunu bilmediğimden ve kalan benzinimin beni bir sonraki benzinliğe götürüp götürmeyeceğinden emin olmadığımdan bu benzinlikte yaklaşık iki saat beklemiştim. Benzinlikler buradaki gibi 7/24 açık değil oralarda. Mesai yapıyorlar. Mesai dışında ise makineler devreye giriyor. Siz bu makinelere para atarak kendiniz benzin alıyorsunuz ve en kötü olan şey ise bu makinelerin dili ingilizce değil. İtalya’da bir keresinde makineye attığım 20 Euro’dan sonra bir komut geldi ekrana italyanca, ne yapacağımı bilemedim. Bir sürü tuşa basmama rağmen ne benzin ne de paramı geri alabildim. Yine bir saate yakın birilerinin benzin almak için gelmesini beklemiştim. Ama insan öğreniyor her şeyi, özellikle öğrenmek zorunda kalırsa.






Bu ıssız yollarda gitmek gerçekten çok güzel. Yağmurda gidiyorsanız, bazen başınızı sokacak bir yer bulmak istiyorsunuz ama bulamıyorsunuz. Artık ıslanmaktan ve kaskınıza vuran yağmur sesinden sıkılıp kuru bir yer bulmak için bir umut gidersiniz, kilometrelerce gidersiniz, tek bir yapı çıkmaz yolunuzun üzerinde. En sonunda yolun kenarında mal mal durursunuz. Öylece durmak hiçbir şeyi değiştirmediğinden tekrar motor sürmeye devam edersiniz. Roma yakınlarında biryerdi sanırım. Hava çoktan kararmış ve biz yemek yiyecek biryerler bakarak motor sürüyorduk. Issız karanlığın içinde saatlerce gittik. Ama ne bir yerleşim yeri ne de bir tesis vardı. Karnımız öyle acıktı ki, bunun ötesinde kamp yapacağımız ve uyuyacağımız yol kenarı uygun bir yer de bulmamız gerekiyordu. Bir an yolun kenarında “restaurante” yazısı görür gibi oldum Arsız’ı sürerken. Sonra herhalde benzettim diye düşündüm. Karnımın açlığından olsa gerek geri dönüp kontrol etmek istedim ve ıssız karanlığı yaran çift şeritli yolda geri dönerek bu yapının önünde durdum. Türkiye’de bir lokantaya denk gelmeden önce reklamlarına raslarsınız. Karnınız hiç aç değilse bile adım başı bir lokanta olduğu yol üzerinde ilan edilmiştir bolca. Buralarda ise bir yerin kafe ya da lokanta olduğunu bilmeniz çok zor. Ne bir tabelası vardır ne de bir reklam vs. Portekiz’de her Cuma akşamı fado dinlemeye bir meyhaneye giderdim. Bu meyhane 3 katlı eski ahşap bir evin bodrum katındaydı. Yani beni oraya bir arkadaşım götürmüştü ilk. Tek başına öyle bir yeri bulmak imkansız. Dolayısıyla bu tür yerlerin müşterileri belli, sürekli gelen insanlar. Hani filmlerde olur ya, bir kasabanın barına bir yabancı girer ve bardaki herkes bu yabancıyı süzer merakla. Aynı öyle bir durumu çokca yaşadım buralarda. O akşam önünde durduğum yapının şato kapısını andıran bir girişi vardı. Bu kapıdan Arsızla beraber girdik içeri. Bir park yeri karşıladı bizi ve inanılmaz lüks araçlar park etmişti. Yanılmamışım, park yerinin ucunda önünde restaurante yazan bir bina var ve bu binanın içinde inanılmaz lüks kıyafatleriyle insanlar yemek yiyorlar. Restaurantın kapısının önünde ise siyah simokinli, gözlüklü bir adam bir kolunda beyaz bir havlu ile gelenleri karşılıyordu. Bu ikonu Türkiye’deki bazı lokantaların önünde görürsünüz. Ben bunun gerçeğiyle karşılaştım. Anladım ki burası çook pahalı bir yer. Portekiz’den çıkar çıkmaz herşey inanılmaz pahalılaştı zaten. Yolda market falan bulursam peynir ve ekmek alıyordum bolca. Onun dışında sandviçler bile oldukça pahalı ve doyurmuyordu. Bu restaurantın önüne Arsız’ı parketmiş bulundum bir kere ve gerçekten de çok yorgun ve açım. Dışarıdaki masalardan birine oturdum. Bu garson geldi hemen yanımıza ve ben bir menü istedim hemen, en kötü bir kahve içerim diye düşünüyordum. İtalya’nın ünlü pizalarından yemiştim daha önce. Acaip ince hamurlu bol soğanlı birşeydi yediğim ve doğrusunu söylemek gerekirse çok da hoşlanmamıştım. Garsonun getirdiği menüde spagettilerin olduğu bölüm yaklaşık 3-4 sayfaydı. İtalya’nın spagettisinin de ünlü olduğu aklıma geldi birden ve fiyatları da oldukça iyiydi. Bir mutluluk haline kapılarak garsona en ünlü spagettinin hangisi olduğunu sordum, o da “spagetti napoliten” dedi ve siparişi verdim. Bir süre sonra bu garson bir elinde acayip büyük ve düz bir tabakla yanıma geldi. Tabak öyle büyüktü ki, görünce inanılmaz sevinmiştim, yani iyice bir doyacağım diye. Tabağı önüme koyunca ne göreyim, koca tabağın ortasında yumruğum büyüklüğünde bir makarna! Hey allaam yahu. Tabağın zeminine fesleğen doğramışlar bolca. Ortasına da yoğun bir sosun içinde yumruk büyüklüğünde makarna koymuşlar. Kaşık ve çatalla yiyorsun bu arada makarnayı. Makarnalar okadar uzunki, çatalı daldırıp kaşığın içinde sarıyorsun makarnayı. İlk denememde bütün makarnayı sardım çatala, sonra tekrar ayrıştırdım. Bir şekilde yemeyi başardım. Ne yalan söyliyeyim, yediğim en güzel makarnaydı.:)




Doyduktan sonra uyumak için bir yer bulmaya geldi sıra. Yol kenarında uygun bir yer bakarak sürmeye başladım Arsızı. Ancak uygun bir yer yok. Saat çoktan gece yarısını geçti ve ben yorgunluktan ölüyorum. Derken bir benzinlik denk geldi. Geceleri benzinlikler kapalı olduğundan çoğunlukla buralarda uyuyordum. Ancak bu benzinlikte, o saatte, yerleri hortumla sulayan bir adam vardı. Ben benzinliğe girip kenarda bir yerde durunca yanıma kadar geldi. Ben burada uyumak istediğimi söyledim. “no” dedi. Sabah gün doğar doğmaz hareket edeceğim dedim, “no” dedi. Ne dediysem de sürekli “no” cevabı aldım. En son beni anlıyor musun dedim yine “no” dedi. Türkçe sordum beni anlıyor musun diye yine “no” dedi. Adam “Mr. No” imiş kardeşim. Ayrıldım ordan hemen.




Rotamız güney olduğu için her geçen gün hava daha da ısınıyordu. Artık motoru durdurunca terlemeye başlıyorum. Sabahın ilk saatleri yaklaşırken küçük bir kasabada bulduk kendimizi. Bu kasabanın girişinde bir benzinliğe girip arkada kuytu bir yer bulduk hemen. Artık çadır falan kurmuyoruz. Hava sıcak, gökyüzü açık. Arsız’ın hemen yanına matı serip uyku tulumunu çıkarıyordum. Çizmelerimi ve pantolonumu çıkarıp tulumun içine girip, başımı da sırt çantama yaslıyordum. Arsız’dan gelen çıtırtılar bana ninni oluyordu. Gökyüzünü seyrederek, sırt üstü günün son tütününü içip uykuya daldım haftalarca. Öyle ki, evime ulaştığım ilk gün yatakta uyumakta zorlanacaktım.




Birindisi’ne geldiğimizde tüm tabelalarda feribot ile Yunanistan ve Türkiye yazıları görmeye başladık. Türkiye’ye ait bir şey görmek, tabela üzerinde de olsa tuhaf bir duyguydu. Yani yolculuğun sonuna yaklaşma hissini yaşattı bize. Önceden Brindisi’nden Çeşme’ye direk feribot varmış artık yok. O yüzden Adriyatik denizini feribotla geçip Yunanistan’ın Patra şehrine ulaşmak istiyoruz. Limana girip Arsız’ı parkettiğimde ilk gözüme çarpan park etmiş bir özel yapım Harley Davidson oldu. Yani incelemeden geçemedim. Öyle salaş, öyle pis bir makineydi ki anlatamam. Ancak bir okadar da asil duruşu vardı. Selesi bir deri parçası, inanılmaz yüksek bir gidon, boyası bile olmayan bir kaporta, böyle dev gibi bir şey. Aslında bu tarz motorlar pırıl pırıl parlar ve gösterişleri temizliğinden gıcırlığından olur. Ancak bu Harley’in albenisi gıcır gıcır olmamasından başka bir şeydendi. Yani bu motora kanım kaynadı nedense görür görmez.




O akşamüzeri Patra feribotuna bindik. Arsız’ı feribotun park alanına bağlarken bir baktım bahsettiğim Harley hemen Arsız’ın önünde.:) Sürücüsü serseri bir adam ve arkasında da bir erkek çocuk. Tutamadım kendimi yanlarına gittim. Beni görünce Arsız’ı gösterip ne güzel bir motor dedi hemen bu serseri adam.:) Ben ise onun motoruyla ilgileniyordum. Özel yapım olduğunu ve tüm hayallerini bu motorun üzerinde taşıdığını söylüyordu.




Birkaç eşya alıp güverteye çıktım iyi bir yer bulmaya. Ağustos ayı olduğundan olsa gerek gemi tıklım tıklımdı. Bir sürü genç, çoğu öğrenci, gruplar halinde Yunanistan’a tatile gidiyorlardı. Herkes güverteye uyku tulumlarını serdiğinde yürümek zor bir şey haline geliyordu. Olimpos’u düşünün Ağustos ayında. Tüm Olimpos’u toplayıp bu gemiye bindirdiğinizi düşünün.:) Sabaha kadar süren yolculuk boyunca herkes ayaktaydı ve sohbet ediyordu. Ulen dedim, biz öğrenciyken Ankara’dan Antalya’ya gelirdik tatile. Adamlar Yunanistan’a gidiyorlar gemiyle. Onlar için seyehat etmek sorun değilki. Pasaportsuz bile dolaşabiliyorlar heryerde. Şanssızmışız vesselam, ne diim. Güvertede bir kenarda matımı serdim. Nerdeyse kucak kucağayız insanlarla. Kitap okuyanlar, müzik dinleyenler, sevgililer, içenler vs süper bir ortam gerçekten. Bir baktım ki, Harley adam ve küçük çocuk yanıbaşıma sermişler tulumlarını. Durum böyle iken sohbet etmeye başladık. Luis ve eşinin 12 yaşındaki oğlu Gestavu ile Portekiz’den motosikletle yola çıkmışlar ve Yunanistan’a gidiyorlarmış. Luis ve Gestavu’nun Portekizli olduğunu öğrendiğimde nasıl mutlu oldum anlatamam. Bir yıldır Portekiz’de yaşamam sanki beni oralı yapmış ve İtalya’da Portekizlilerle karşılaşmak ise memleketimden insanlarla karşılaşmışım hissini bana vermişti.:) Dedim ben de Portekiz’den geliyorum.:) Tabi çok şaşırdılar. Benden birkaç gün sonra yola çıkmışlar sadece ve biz İtalya’da karşılaşıyoruz.:) Luis inanılmaz sıcak biri, sanki yıllardır tanıyorum, okadar kısa sürede arkadaş olduk ki anlatamam. Zira Gestavu çok güzel bir çocuk, Luis’in yol arkadaşı.:) Sabaha kadar sohbet ettik Luisle. Bir sene önce Luis Harley’i ile Afrika’yı dolaşırken Yunan motorcu Andreas ile tanışmış ve arkadaş olmuşlar. Şimdi ise Andreas’ı ziyarete gidiyorlar. Sabah Patra limanında Andreas bekliyor olacakmış. Benim Türkiye’ye gittiğimi öğrenince çok heycanlanıyor Luis. Türkiye onlar için çok uzak ve merak edilen bir ülke. Buraya kadar gelmişken Türkiye’ye gidebilir miyiz diye soruyor bana heycanlanarak.:) Ben de neden olmasın gelin benimle diyorum. Luis’in gözleri parlayarak Andreas’a mesaj atıyor. Gemide bir Türk motorcu ile tanıştım, ona takılıp beraber Türkiye’ye gidelim mi diye soruyor.:) Andreas’ın yanıtı çok açık: “Superrrr!” .:)




Sabah Patra limanında bizi Andreas karşıladı. Patra şehrinde hep beraber bir kafede oturduk önce. Sabah sabah uzo içmek de ayrı bir duyguydu.:) Benim amacım o sabah hiç zaman kaybetmeden Atina’ya sürüp ilk feribotla adalar üzerinden Türkiye’ye varmaktı, zira aylardır görmediğim bir sevgilim var Antalya’da ve bir an önce ona ulaşmayı istiyordum. Ancak Andreas öyle teklifler sundu ki hayır diyemedim. Önce bize gidelim, denize girin, banyo yapın, birşeyler yiyelim ve uzanın yatakta dinlenin deyince Andreas, vücudum bu teklifleri geri çeviremedi. Çünkü yaklaşık bir aydır yoldayım, peynir, ekmek ve ucuz sandviçle besleniyorum, hiç banyo yapmadım ve sürekli yolda uyuyordum. Ben kolay bir şekilde tamam deyince herkes çok mutlu oldu.:)




Deniz kenarında üç katlı müstakil bir ev düşünün. Eve özel minik bir koy, kumsal var. Bu evin bahçe katında Andreas ve kız kardeşi Kelly yaşıyor, üst katında ise dünya tatlısı anne ve baba yaşıyor. Motorları evin bahçesine park edip şortlarımızı giymek ve tertemiz adriyatikde yüzmek o ana kadar yaşadığım en güzel şeylerden biriydi. Üstüne temiz bir banyo, sabun, şampuan, temiz bir havlu, daha sonra Andreas’ın annesinin bizim için yaptığı güzel bir yemek, üstüne dondurma ve o güzelim minik koyda akşama kadar uyku çekmek, yolculuğum boyunca başıma gelen en güzel şeylerdi diyebilirim.




Daha önce de bahsettim. Yunanlılar gerçekten çok dost insanlar. Andreas’ın annesi ve babası sanki kendi çocuklarıymışız gibi davrandılar bize. Baba’nın büyükannesi Türkçe biliyormuş. Birkaç Türkçe kelime biliyordu ve onları tekrarlıyordu sürekli. Balkonda yaptığımız tavla turnuvaları da cabası oldu, her şey çok güzeldi. O gece Andreasların bu güzel ve arkadaş evinde kaldık. Ertesi sabah Atina’ya doğru yola çıkmaya karar vermiştik. Tabi herkes öğleden sonra bir vakitte uyandı.:) Ben bu yolculuğa çıkmadan önce motosikletim için bir dolu evrak ve bir dolu para harcamıştım. Andreas Türkiye’ye gelmek için Atina’da yol üstünde biryerlere uğradı ve tek kuruş ödemeden motosikleti için gereken evrakları aldı anacım, sinir oldum. Dedim vize falan almanız gerekiyor mu? Türk konsolosluğunu aradılar, Türk gümrüğünden Andreas’ın vizesiz girebileceğini, Luis ve Gestavu’nun da kolayca gümrükten vize alabileceklerini söylediler. Vay arkadaş yahu, bizim Avrupaya çıkmamız bir ölümken adamlar ellerini kollarını sallayarak geliyorlar Türkiye’ye iyi mi…




Ertesi gün akşam saatlerinde Andreas’ın liderliğinde Atina’ya vardık. Ancak akşam saat 6 daki feribota yetişemedik. Ben bir gün geç kalacağımı söylemiştim zaten sevdiğime, bu feribota yetişemeyince bir gün daha gecikeceğim anlaşıldı. Çünkü diğer feribot sonraki gün aynı saatte. Böylelikle Atina geceleri bizim oldu. Andreas Atina’da üniversite okumuş ve küçük bir çatı katı evi var. Sabahın erken saatlerine kadar Atina sokaklarını, rock barlarını dolaştık durduk. Gestavu Harleyin üzerinde uyudu kaldı.:) Andreas’ın evine girdiğimizde güzel bir uyku çektik. Zamanımız var, feribot akşam 6’da ne de olsa.:)

Eylül, 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder