Uzun süredir yurtdışında yaşayan dostları kendi
yaşadıkları yerde ziyaret etmek gerçekten başka bir güzel. Amsterdam’da sevgili
dostum Şenay’ın evinde 2 günümüzü geçirdik. Yıllar yıllar önce üniversitede
öğrenciyken, Şenay arkadaşlarıyla gecenin bir yarısı Cebeci’deki evimin
kapısını çalar süprizler yapardı. Şimdi ben ona sürpriz yaptım. İyiki de
yapmışım.:)
Amsterdam’da
yaşayan bir arkadaşınız varsa bu çılgın şehri daha bir güzel dolaşır herşeyini
çabucak öğrenirsiniz. Ben öğrendim ve hayatımda bu kadar çılgın bir şehir daha
önce görmemişim bunu anladım. Amsterdam’ı anlatmaya nerden başlasam
bilemiyorum. Ama her kim olursanız olun şehre girer girmez dikkatinizi çeken
ilk şey yoğun bisiklet kullanımı ve bisiklet parkları olur. Binlerce
bisikletten oluşan kat kat bisiklet parklarını görmeden hayal edemezsiniz. Neredeyse
şehir içi ulaşımın tamamının bisikletle yapıldığı bir şehir düşünün. Arabalar o
kadar az ki, arabalar için yollar göstermelik, öylesine yani lutfen yapılmışlar
sanki. Hani bizim Antalya’daki kaldırım üstüne çizilmiş göstermelik bisiklet
yolları varya, işte öyle yolların arabalar için yapılmış olduğunu, asıl önemli
yolların ise bisikletler için yapılmış olduğunu bir hayal edin. Zor değil mi
böyle bir şeyi hayal etmek? Aslında bu genellemeyi tüm Hollanda için yapsak çok
da yanlış olmaz. Bu ülkede şehirler arası yollarda da ayrıca bisiklet yolları
var. Hatta köprülerin yanında da ayrıca bisiklet yolları var. Hollanda da
herhangi bir yerden her hangi bir yere bisikletinizle bisiklet yolları
kullanarak gidersiniz. Hatta bisiklet yolları kesişiyor ve kavşaklar oluşuyor.
Kırmızı, yeşil ışıklar var yahu, sadece bisikletlerin gittiği bisiklet
yollarından bahsediyorum, şaka gibi. Bir de bu ülke dümdüz, hiçbir tepelik alan
yok. Dolayısıyla vitesli bisiklet yok. İnsanların kullandığı bisikletler
vitessiz, ince büyük tekerli, antika sayılabilecek türden. Anladığım kadarıyla
orada insanlar için bisiklet çok özel bir şey. Dedelerinden kalan bisikletleri
kullanıyorlar ve muhtemelen torunları da aynı bisikletleri kullanacaklar.
Amsterdam şehrine girince dikkatinizi çeken başka
bir şey ise yoğun maruanna kokusu.:) Bu ülkede uyuşturucu kullanmak serbest.
Hiçbir yasağın olmadığı bir yer düşünün. Bunu düşünmek de zor değil mi? Her
hangi bir kafeye oturup istediğiniz maruannayı sipariş edersiniz garson
getirir. Hatta siz saramassanız, garson yardımcı olur. Herkesin kafa bi milyon,
herkes gülüyor, herkes ermiş, herkes derviş, çekiyor zuladan püf püf duman.:)
Sex ya da pornografi genelde erkekler tarafından
tüketilir ya, Amsterdam da hiç öyle değil. Yani alışık olmadığım bir durumla
karşılaştım ben. Çocukluğum aklıma geldi durdu. Her türk genci 10-11 yaşlarında
ya da bu yaşlara yakın zamanlarda kareteye gider.:) Ne alakası mı var? Bakın
dinleyin: Ben de çocukken Güllük caddesindeki ‘Shaolin Karete do’ okuluna
gitmiştim. Bu arada bu karete salonu hala var ve aynı yerde. Neyse. E tabi
karete öğrenirken dönemin ünlü karetecilerinin filmlerini merak edersiniz. O
yıllarda internet vs olmadığından bu filmleri sadece sinemalarda bulursunuz. O zamanlar
Antalya’da Yener sineması vardı ve bu sinema iki film birden gösterirdi. İkinci
film karete filmi olurdu ve ünlü karetecilerin filmi olurdu, Bruce Lee
(burujelle, buruşli vb şekilde çevirirdik biz. Hatta cüneyt arkın mı yener
buruşli mi yener diye de iddaya girerdik) filmleri bizim için sözün bittiği yer
olur hepimizin hayali Bruce Lee gibi karete yapmak olurdu. Buraya kadar herşey
normal de, ilk film sex filmi olurdu yahu. Şimdi düşündükçe daha da saçma
geliyor. Yani iki film birden gösteren bir sinemada ilk film sex filmi ikinci
film karete filmi olması kadar iğrenç bir şey olabilir mi yaw.:) Biz buruşli
filmine ulaşabilmek için Zerrin Egeliler ve Aydemir Akbaş filmlerine maruz
kalırdık ve bunlar çocukken, ilk cinselliği keşfetme aşamasında iken, ergenliğe
adım atarken başımıza gelirdi. Yani sistem bize sağlam bir sexden sonra adam dövmeyi
öğretirdi. Bıyıklarımız yeni terlemeye başlarken bu abuk cinsellik keşfi ve
“ataerkil” topluma ilk adım, muhtemelen büyüyünce iktidar ve şiddet konusunda
yüksek lisans yapan toplumların ana okulunu oluşturuyordu.
O yıllarda, çocukken, bir rüyamda Zerrin Egeliler’in
mınçıkayla karete yaptığını gördüm. Bu rüya karete kariyerimi bitirmemin
nedenidir. (Doğru mu yazdım emin değilim, mınçıka, yani, kısa bir zincirle
birbirine bağlanmış iki sopa).
Amsterdam’da sex müzesi var. Kadınlar, erkekler,
aileler ve çocuklar gezebiliyor. Yeryüzündeki cinselliğe ait ilk şeyden,
figürden, filmden, resimden vs, günümüze kadar olan bir çok şey sergileniyor.
Ayrıca sex tiyatroları var, yine herkese açık. Daha neler var neler, gidin
görün derim ben.:)
Bir türlü kesilmek bilmeyen yağmurun altında
Amsterdam’dan ayrıldık Arsızla. Artık yağmursuz bir gün hayal edemiyorum.
Yaklaşık 10 gün boyunca yağmur kesilmedi. Emektar ceketim daha fazla dayanamadı
bu yağmura ve su almaya başladı. Emektar kaskımı Fransa’da bırakmak ne kadar üzücü
olduysa, ceketimi de Amsterdam’da bırakmak o kadar üzücüydü. Yeni ceketimle
beraber ayrıldık Amsterdam’dan. Rotamızı güneye çevirdik. Bir an önce güneşi
görmek için. Almanya’ya girer girmez güneşi gördük. Ve bu güneş Antalya’ya
kadar bizi hiç yalnız bırakmadı, hatta ısıttı da ısıttı. Çadır bile kurmadan
uyuyacağımız yol kenarları ve tarlalar bizim artık. Her sabah uyandığımızda
solumuzda güneş yükseliyordu, güneye giderken.:)
Almanya sınırına girer girmez Ağustos ayında
olduğumuzu hissettim ilk kez, hava ısınmıştı. Almanya’nın ücretsiz oto
yollarından süzüldük gün boyu. Bir çok Türkle karşılaştık. Sulu yemekler yedik
uzun süreden sonra. Fransa, Belçika ve Hollanda’dan sonra Almanya bana pek bi
yavan geldi doğrusu. Bu ülkeden çabucak geçip muhteşem güzellikteki Apler’i
yolumuzun üzerinde görmeye başladık. Almanya’dan Avusturya’ya girişimiz,
Alpler’i tırmanarak gerçekleşti. Doğa ve iklim birden değişti. Bu görkemli sıra
dağlar bizi kucakladı ve tırmanmaya başladık. Virajlı dağ yolları, binbir çeşit
zirveler, yemyeşil çam ormanları ve dingin, serin göl kenarlarından kıvrıla
kıvrıla tırmandık. İnanılmaz kalabalık bir trafik vardı bu dağ yolunda. Yine
şaşıracaksınız ama bu trafiğin asıl unsurları motosikletler ve bisikletlerdi.
Arabalar çok azdı diyebilirim. Yollarda rasladığım motosiklet ekiplerine
takıldım durdum bir süre. Onların verdiği molalarda ben de duruyordum. Tuhaf ve
gülümser bakışlarına karşılık “neden durduk burada?” ya da “e biralar kimden”
şeklinde yanıtlar veriyordum. Artık ben de Arsız’ım.:) Hoş sohbetler bizi hiç
yalnız bırakmadı. Bu dağ yolunda arabalardan çok motorsiklet olunca, yol
kenarındaki işletmeler de ona göre şekillenmiş. Moto pansiyon, moto cafe, moto
camping gibi tabelaları pek bi sıkça görebilirsiniz Alplerde.
Tırmanarak çıktığımız yolun iniş kısmını da
bitirdiğimizde kendimizi İtalya’da bulduk. Çok ilginçti bir gün içerisinde 3
ülkeyi görmek. Almanya, Avusturya ve İtalya.:) Ancak İtalya’da baya bir yolumuz
var. Çünkü çizmenin en tepesinden girmiş olduk ülkeye ve çizmenin topuğuna kadar
ineceğiz aşağıya. Brindisi’den Yunanistan’nın Patra şehrine bir feribot
bulabilmek umudumuz.
Alpler’in arasında bir yerde, muhteşem Dolunay ve
yıldızların olduğu bir gecede, gökyüzünde kaybolan görkemli zirveleri
seyrederek, Arsız’ın hemen yanında yol kenarında uykuya dalmanın ne demek
olduğunu tüm insanlar bilseydi, inanın çok güzel, naif ve barış içinde bir
dünyamız olurdu, emin olun…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder