22 Şubat 2012 Çarşamba

İki Teker Üzeri Avrupa 7


Uzun süredir yurtdışında yaşayan dostları kendi yaşadıkları yerde ziyaret etmek gerçekten başka bir güzel. Amsterdam’da sevgili dostum Şenay’ın evinde 2 günümüzü geçirdik. Yıllar yıllar önce üniversitede öğrenciyken, Şenay arkadaşlarıyla gecenin bir yarısı Cebeci’deki evimin kapısını çalar süprizler yapardı. Şimdi ben ona sürpriz yaptım. İyiki de yapmışım.:)




 Amsterdam’da yaşayan bir arkadaşınız varsa bu çılgın şehri daha bir güzel dolaşır herşeyini çabucak öğrenirsiniz. Ben öğrendim ve hayatımda bu kadar çılgın bir şehir daha önce görmemişim bunu anladım. Amsterdam’ı anlatmaya nerden başlasam bilemiyorum. Ama her kim olursanız olun şehre girer girmez dikkatinizi çeken ilk şey yoğun bisiklet kullanımı ve bisiklet parkları olur. Binlerce bisikletten oluşan kat kat bisiklet parklarını görmeden hayal edemezsiniz. Neredeyse şehir içi ulaşımın tamamının bisikletle yapıldığı bir şehir düşünün. Arabalar o kadar az ki, arabalar için yollar göstermelik, öylesine yani lutfen yapılmışlar sanki. Hani bizim Antalya’daki kaldırım üstüne çizilmiş göstermelik bisiklet yolları varya, işte öyle yolların arabalar için yapılmış olduğunu, asıl önemli yolların ise bisikletler için yapılmış olduğunu bir hayal edin. Zor değil mi böyle bir şeyi hayal etmek? Aslında bu genellemeyi tüm Hollanda için yapsak çok da yanlış olmaz. Bu ülkede şehirler arası yollarda da ayrıca bisiklet yolları var. Hatta köprülerin yanında da ayrıca bisiklet yolları var. Hollanda da herhangi bir yerden her hangi bir yere bisikletinizle bisiklet yolları kullanarak gidersiniz. Hatta bisiklet yolları kesişiyor ve kavşaklar oluşuyor. Kırmızı, yeşil ışıklar var yahu, sadece bisikletlerin gittiği bisiklet yollarından bahsediyorum, şaka gibi. Bir de bu ülke dümdüz, hiçbir tepelik alan yok. Dolayısıyla vitesli bisiklet yok. İnsanların kullandığı bisikletler vitessiz, ince büyük tekerli, antika sayılabilecek türden. Anladığım kadarıyla orada insanlar için bisiklet çok özel bir şey. Dedelerinden kalan bisikletleri kullanıyorlar ve muhtemelen torunları da aynı bisikletleri kullanacaklar.




Amsterdam şehrine girince dikkatinizi çeken başka bir şey ise yoğun maruanna kokusu.:) Bu ülkede uyuşturucu kullanmak serbest. Hiçbir yasağın olmadığı bir yer düşünün. Bunu düşünmek de zor değil mi? Her hangi bir kafeye oturup istediğiniz maruannayı sipariş edersiniz garson getirir. Hatta siz saramassanız, garson yardımcı olur. Herkesin kafa bi milyon, herkes gülüyor, herkes ermiş, herkes derviş, çekiyor zuladan püf püf duman.:)




Sex ya da pornografi genelde erkekler tarafından tüketilir ya, Amsterdam da hiç öyle değil. Yani alışık olmadığım bir durumla karşılaştım ben. Çocukluğum aklıma geldi durdu. Her türk genci 10-11 yaşlarında ya da bu yaşlara yakın zamanlarda kareteye gider.:) Ne alakası mı var? Bakın dinleyin: Ben de çocukken Güllük caddesindeki ‘Shaolin Karete do’ okuluna gitmiştim. Bu arada bu karete salonu hala var ve aynı yerde. Neyse. E tabi karete öğrenirken dönemin ünlü karetecilerinin filmlerini merak edersiniz. O yıllarda internet vs olmadığından bu filmleri sadece sinemalarda bulursunuz. O zamanlar Antalya’da Yener sineması vardı ve bu sinema iki film birden gösterirdi. İkinci film karete filmi olurdu ve ünlü karetecilerin filmi olurdu, Bruce Lee (burujelle, buruşli vb şekilde çevirirdik biz. Hatta cüneyt arkın mı yener buruşli mi yener diye de iddaya girerdik) filmleri bizim için sözün bittiği yer olur hepimizin hayali Bruce Lee gibi karete yapmak olurdu. Buraya kadar herşey normal de, ilk film sex filmi olurdu yahu. Şimdi düşündükçe daha da saçma geliyor. Yani iki film birden gösteren bir sinemada ilk film sex filmi ikinci film karete filmi olması kadar iğrenç bir şey olabilir mi yaw.:) Biz buruşli filmine ulaşabilmek için Zerrin Egeliler ve Aydemir Akbaş filmlerine maruz kalırdık ve bunlar çocukken, ilk cinselliği keşfetme aşamasında iken, ergenliğe adım atarken başımıza gelirdi. Yani sistem bize sağlam bir sexden sonra adam dövmeyi öğretirdi. Bıyıklarımız yeni terlemeye başlarken bu abuk cinsellik keşfi ve “ataerkil” topluma ilk adım, muhtemelen büyüyünce iktidar ve şiddet konusunda yüksek lisans yapan toplumların ana okulunu oluşturuyordu.





O yıllarda, çocukken, bir rüyamda Zerrin Egeliler’in mınçıkayla karete yaptığını gördüm. Bu rüya karete kariyerimi bitirmemin nedenidir. (Doğru mu yazdım emin değilim, mınçıka, yani, kısa bir zincirle birbirine bağlanmış iki sopa).




Amsterdam’da sex müzesi var. Kadınlar, erkekler, aileler ve çocuklar gezebiliyor. Yeryüzündeki cinselliğe ait ilk şeyden, figürden, filmden, resimden vs, günümüze kadar olan bir çok şey sergileniyor. Ayrıca sex tiyatroları var, yine herkese açık. Daha neler var neler, gidin görün derim ben.:)




Bir türlü kesilmek bilmeyen yağmurun altında Amsterdam’dan ayrıldık Arsızla. Artık yağmursuz bir gün hayal edemiyorum. Yaklaşık 10 gün boyunca yağmur kesilmedi. Emektar ceketim daha fazla dayanamadı bu yağmura ve su almaya başladı. Emektar kaskımı Fransa’da bırakmak ne kadar üzücü olduysa, ceketimi de Amsterdam’da bırakmak o kadar üzücüydü. Yeni ceketimle beraber ayrıldık Amsterdam’dan. Rotamızı güneye çevirdik. Bir an önce güneşi görmek için. Almanya’ya girer girmez güneşi gördük. Ve bu güneş Antalya’ya kadar bizi hiç yalnız bırakmadı, hatta ısıttı da ısıttı. Çadır bile kurmadan uyuyacağımız yol kenarları ve tarlalar bizim artık. Her sabah uyandığımızda solumuzda güneş yükseliyordu, güneye giderken.:)




Almanya sınırına girer girmez Ağustos ayında olduğumuzu hissettim ilk kez, hava ısınmıştı. Almanya’nın ücretsiz oto yollarından süzüldük gün boyu. Bir çok Türkle karşılaştık. Sulu yemekler yedik uzun süreden sonra. Fransa, Belçika ve Hollanda’dan sonra Almanya bana pek bi yavan geldi doğrusu. Bu ülkeden çabucak geçip muhteşem güzellikteki Apler’i yolumuzun üzerinde görmeye başladık. Almanya’dan Avusturya’ya girişimiz, Alpler’i tırmanarak gerçekleşti. Doğa ve iklim birden değişti. Bu görkemli sıra dağlar bizi kucakladı ve tırmanmaya başladık. Virajlı dağ yolları, binbir çeşit zirveler, yemyeşil çam ormanları ve dingin, serin göl kenarlarından kıvrıla kıvrıla tırmandık. İnanılmaz kalabalık bir trafik vardı bu dağ yolunda. Yine şaşıracaksınız ama bu trafiğin asıl unsurları motosikletler ve bisikletlerdi. Arabalar çok azdı diyebilirim. Yollarda rasladığım motosiklet ekiplerine takıldım durdum bir süre. Onların verdiği molalarda ben de duruyordum. Tuhaf ve gülümser bakışlarına karşılık “neden durduk burada?” ya da “e biralar kimden” şeklinde yanıtlar veriyordum. Artık ben de Arsız’ım.:) Hoş sohbetler bizi hiç yalnız bırakmadı. Bu dağ yolunda arabalardan çok motorsiklet olunca, yol kenarındaki işletmeler de ona göre şekillenmiş. Moto pansiyon, moto cafe, moto camping gibi tabelaları pek bi sıkça görebilirsiniz Alplerde.




















Tırmanarak çıktığımız yolun iniş kısmını da bitirdiğimizde kendimizi İtalya’da bulduk. Çok ilginçti bir gün içerisinde 3 ülkeyi görmek. Almanya, Avusturya ve İtalya.:) Ancak İtalya’da baya bir yolumuz var. Çünkü çizmenin en tepesinden girmiş olduk ülkeye ve çizmenin topuğuna kadar ineceğiz aşağıya. Brindisi’den Yunanistan’nın Patra şehrine bir feribot bulabilmek umudumuz.





















Alpler’in arasında bir yerde, muhteşem Dolunay ve yıldızların olduğu bir gecede, gökyüzünde kaybolan görkemli zirveleri seyrederek, Arsız’ın hemen yanında yol kenarında uykuya dalmanın ne demek olduğunu tüm insanlar bilseydi, inanın çok güzel, naif ve barış içinde bir dünyamız olurdu, emin olun…

 Eylül, 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder