Portekiz’den ayrılırken hava oldukça sıcaktı. Oranın
iklimi bizim Akdeniz iklimiyle aynı. Ancak kuzeye doğru çıktıkça hava değişti.
Bir arkadaşımdan Ağustos ayının Dünyanın her yerinde aynı olduğunu yani her
coğrafyanın en sıcak ayı olduğunu duymuştum. E tabi bu, ülkeden ülkeye değişen
bir şey sonuçta. İspanya’nın yukarılarına çıktıkça, Bilbao bölgesi ve Sen
sebastian’a doğru hava serinlemeye başladı. Öyle bir kıvama geldi ki,
motosiklet yolculuğu için ideal bir iklim olmuştu. Hiç terlemeden ve hiç
üşümeden bir yolculuk ilk gün için oldukça keyifliydi.
İlk kampımızı İspanya’da tezek kokan tarlaların
ortasında kurduk. Hem İspanya hem de Fransa’da özellikle kuzey bölgelerinde
uçsuz bucaksız tarlalar var. Yani bu ülkelerin kırsalları kuzeyde ve büyük
şehirlerden uzak yaşayan bu insanları ve bu coğrafyayı görmek başka bir güzeldi
benim için. Sabah uyanıp çadırın fermuarını açıp kafamı dışarı çıkardığımda
sanki Heidi bir bardak süt uzatacak ya da uçan kaz Morto beni karşılayacak gibi
hissettiğim, alışık olmadığım köy ve çiftlik evleri, tarlalar ve bahçeler
görüyorum sıkça. Hatta geçen gün hava kararmak üzereyken, gök yüzü bembeyaza
büründü. Yağmur ince ince yağıyordu ve biz silüet halinde dev yel
değirmenlerinin önünden geçtik. Saman balyaları arasında görünmeye çalışan bu
değirmenler belki de Don Kişot’un saldırdığı değirmenlerdi, kimbilir.
Bu arada otoyollara hiç girmiyorum, malum GPS var
artık. Ara yollardan, köy ve dağ yollarından geçiyorum Arsızla. Eminim daha
önce hiçbir yabancının gitmediği yollardan gitmişimdir.
İspanya’daki ilk kamp sabaha kadar süren yağmur
eşliğinde gerçekleşti. Yani yağmurun sesiyle uyandım çadırda. Saat kaç bir
fikrim yok. Kolumdaki saat Portekiz saati, bilgisayarımdaki Türkiye saati, yani
bu kıta yolculuğu benim zaman kavramımı alt üst etmiş durumda. Günlerden hangi
gün bir fikrim yok, saat kaç umrumda da değil. Ancak beni uyandıran yağmurun
sesi sabaha kadar kesilmedi. Sabah yağmur altında çadırımızı ve eşyalarımızı
toparladık ve yola koyulduk. Şu an Hollandadayım. Bir haftadır yollardayım ve
bu yağmur hala dinmedi. Bir de soğuk hava. Yani Antalya’nın kışı gibi soğuk
üstelik. Üzerimde kazak ayaklarımda kalın çoraplar, motosiklet çizmesi ve
pantolonu, ceketi, eldiveni, tüm bu malzemeler oldukça kalın olmasına rağmen
üşüdüğüm bile oluyor. Bir de çadır çok önemli bir malzeme. O yağmurun altında
uyuduğumuz çadırımızda sabahları kupkuru kalkmak güzel bir şey gerçekten.
Fransa’ya girdiğimizde yağmur daha da şiddetlendi.
Resmen sağnak yağmur altında yolculuğumuz devam etti. Portekiz’e güneyden
giderken de Fransa’dan geçmiştim ve bu ülkeyi sevmemiştim ama şimdi fikrim
değişti sanırım. Tabi bunda otoyolları tercih etmememin de etkisi büyük. Ben
ömrümde bu kadar yeşil ve doğal bir coğrafya görmedim. Bizim Kaçkarlar
bölgesinden bile daha yeşil daha yağmurlu olan kuzey Fransa’nın insan eli
değmemiş doğal ormanlarından ve parklarından geçtik Arsızla. Fransız köylerinin
doğallığına ve mimarisine hayran kaldım desem yalan olmaz. İnekler, atlar,
dereler, ormanlar, geyikler neler neler. Her bir obje görmeye alışık olmadığım
tarzda ve güzellikteydi. Fransa’da yolumuzun üzeri olan Bordo ve Paris’den
geçtik. Paris güzel bir şehir, yani gerçekten sevdim.
GPS bizi, Fransa’dan Belçikaya, bir köy yolundan
soktu. Yani tarlaların, meraların ve tezek kokan evlerin ve hayvanların
arasından dar bir köy yolunu takip ederek Belçika’ya girdik. İlk durağımız
Brüksel oldu bu ülkede. Uzun uzun yıllardır görmediğimiz dostlarla buluştuk
burda. Tulum peyniri ve simit bile yedim.
Brükselden 217km uzaklıktaki Almere şehrine ulaştık.
Burası Amsterdam’ın hemen yanında bir Hollanda şehri. Yalnız şöyle bir durum
var. Artık ülkeleri de karıştırmaya başladım. Yani bugün bir ara hangi ülkede
olduğumu şaşırdım, birilerine sordum.
Yolda bir çok değişik ülkeden motorcularla
karşılaşıyorum. Hepsi aynı şeyi soruyor bana. Artık onlar sormadan ben
söylüyorum. TR Türkiye demek. Hepsi de şaşırıyor. Önce Portekiz’e gittiğimi
şimdi ise geri döndüğümü söylüyorum daha da şaşırıyorlar ve çok büyük bir
yolculuk bu diyorlar.
Sürekli yolda olunca, yolculuğun büyüklüğü ya da
küçüklüğü önemsiz kalıyor. Zaman kavramını da kaybedince evrende rasgele
hareket eden bir partiküle dönüşüyor insan.
Yarın sabah Amsterdam’ı dolaşıcaz. Ondan sonra
Prag’a kadar önümüze nereler gelecek acaba, merak etmekteyim.
Ağustos, 2011
Aaaa bu yazıda kimse bir şey ikram etmemiş? :D
YanıtlaSil