22 Şubat 2012 Çarşamba

İki Teker Üzeri Avrupa 6


Portekiz’den ayrılırken hava oldukça sıcaktı. Oranın iklimi bizim Akdeniz iklimiyle aynı. Ancak kuzeye doğru çıktıkça hava değişti. Bir arkadaşımdan Ağustos ayının Dünyanın her yerinde aynı olduğunu yani her coğrafyanın en sıcak ayı olduğunu duymuştum. E tabi bu, ülkeden ülkeye değişen bir şey sonuçta. İspanya’nın yukarılarına çıktıkça, Bilbao bölgesi ve Sen sebastian’a doğru hava serinlemeye başladı. Öyle bir kıvama geldi ki, motosiklet yolculuğu için ideal bir iklim olmuştu. Hiç terlemeden ve hiç üşümeden bir yolculuk ilk gün için oldukça keyifliydi.






İlk kampımızı İspanya’da tezek kokan tarlaların ortasında kurduk. Hem İspanya hem de Fransa’da özellikle kuzey bölgelerinde uçsuz bucaksız tarlalar var. Yani bu ülkelerin kırsalları kuzeyde ve büyük şehirlerden uzak yaşayan bu insanları ve bu coğrafyayı görmek başka bir güzeldi benim için. Sabah uyanıp çadırın fermuarını açıp kafamı dışarı çıkardığımda sanki Heidi bir bardak süt uzatacak ya da uçan kaz Morto beni karşılayacak gibi hissettiğim, alışık olmadığım köy ve çiftlik evleri, tarlalar ve bahçeler görüyorum sıkça. Hatta geçen gün hava kararmak üzereyken, gök yüzü bembeyaza büründü. Yağmur ince ince yağıyordu ve biz silüet halinde dev yel değirmenlerinin önünden geçtik. Saman balyaları arasında görünmeye çalışan bu değirmenler belki de Don Kişot’un saldırdığı değirmenlerdi, kimbilir.








Bu arada otoyollara hiç girmiyorum, malum GPS var artık. Ara yollardan, köy ve dağ yollarından geçiyorum Arsızla. Eminim daha önce hiçbir yabancının gitmediği yollardan gitmişimdir.










İspanya’daki ilk kamp sabaha kadar süren yağmur eşliğinde gerçekleşti. Yani yağmurun sesiyle uyandım çadırda. Saat kaç bir fikrim yok. Kolumdaki saat Portekiz saati, bilgisayarımdaki Türkiye saati, yani bu kıta yolculuğu benim zaman kavramımı alt üst etmiş durumda. Günlerden hangi gün bir fikrim yok, saat kaç umrumda da değil. Ancak beni uyandıran yağmurun sesi sabaha kadar kesilmedi. Sabah yağmur altında çadırımızı ve eşyalarımızı toparladık ve yola koyulduk. Şu an Hollandadayım. Bir haftadır yollardayım ve bu yağmur hala dinmedi. Bir de soğuk hava. Yani Antalya’nın kışı gibi soğuk üstelik. Üzerimde kazak ayaklarımda kalın çoraplar, motosiklet çizmesi ve pantolonu, ceketi, eldiveni, tüm bu malzemeler oldukça kalın olmasına rağmen üşüdüğüm bile oluyor. Bir de çadır çok önemli bir malzeme. O yağmurun altında uyuduğumuz çadırımızda sabahları kupkuru kalkmak güzel bir şey gerçekten.











Fransa’ya girdiğimizde yağmur daha da şiddetlendi. Resmen sağnak yağmur altında yolculuğumuz devam etti. Portekiz’e güneyden giderken de Fransa’dan geçmiştim ve bu ülkeyi sevmemiştim ama şimdi fikrim değişti sanırım. Tabi bunda otoyolları tercih etmememin de etkisi büyük. Ben ömrümde bu kadar yeşil ve doğal bir coğrafya görmedim. Bizim Kaçkarlar bölgesinden bile daha yeşil daha yağmurlu olan kuzey Fransa’nın insan eli değmemiş doğal ormanlarından ve parklarından geçtik Arsızla. Fransız köylerinin doğallığına ve mimarisine hayran kaldım desem yalan olmaz. İnekler, atlar, dereler, ormanlar, geyikler neler neler. Her bir obje görmeye alışık olmadığım tarzda ve güzellikteydi. Fransa’da yolumuzun üzeri olan Bordo ve Paris’den geçtik. Paris güzel bir şehir, yani gerçekten sevdim.










GPS bizi, Fransa’dan Belçikaya, bir köy yolundan soktu. Yani tarlaların, meraların ve tezek kokan evlerin ve hayvanların arasından dar bir köy yolunu takip ederek Belçika’ya girdik. İlk durağımız Brüksel oldu bu ülkede. Uzun uzun yıllardır görmediğimiz dostlarla buluştuk burda. Tulum peyniri ve simit bile yedim.










Brükselden 217km uzaklıktaki Almere şehrine ulaştık. Burası Amsterdam’ın hemen yanında bir Hollanda şehri. Yalnız şöyle bir durum var. Artık ülkeleri de karıştırmaya başladım. Yani bugün bir ara hangi ülkede olduğumu şaşırdım, birilerine sordum.




Yolda bir çok değişik ülkeden motorcularla karşılaşıyorum. Hepsi aynı şeyi soruyor bana. Artık onlar sormadan ben söylüyorum. TR Türkiye demek. Hepsi de şaşırıyor. Önce Portekiz’e gittiğimi şimdi ise geri döndüğümü söylüyorum daha da şaşırıyorlar ve çok büyük bir yolculuk bu diyorlar.




Sürekli yolda olunca, yolculuğun büyüklüğü ya da küçüklüğü önemsiz kalıyor. Zaman kavramını da kaybedince evrende rasgele hareket eden bir partiküle dönüşüyor insan.

Yarın sabah Amsterdam’ı dolaşıcaz. Ondan sonra Prag’a kadar önümüze nereler gelecek acaba, merak etmekteyim.

Ağustos, 2011 

1 yorum: