22 Şubat 2012 Çarşamba

İki Teker Üzeri Avrupa 9


Düşünsenize yabancı bir şehirdesiniz ve arkadaşınızın evindesiniz. Akşam saat 6’daki feribotu yakalamak sizin derdiniz olmaz. Andreas Atinalı ve yıllarca Atina’da yaşamış. O gün öğlene doğru uyandık. Andreas zamanımızın olduğunu limana zamanında gideceğimizi söyleyip duruyordu. Andreas’ın evinden liman ne kadar uzaklıkta kestiremiyordum ancak pek yakın değildi anımsadığım. Tam bir ev keyfi yapmaya başlamıştık. Uzun bir kahvaltıdan sonra terastaki hortumla birbirimizi yıkadık, su oyunları falan. Bu arada saçlarım oldukça uzamıştı ve haftalardır yollarda olduğumdan ve doğru düzgün banyo yapmadığımdan saçlarım resmen kokmaya başlamıştı. Hep beraber aldığımız karar sonucu saçlarımı kesmeye karar verdik. Terasa kurduğumuz bir düzenle Andreas saçlarımı kazıdı, Luis fotoğraflarımı çekti durdu, Gustavo  gülüp duruyordu bu halimize. Saç kazıma işi bittikten sonra dediler ki süper oldun. Aynaya bir baktım ne göreyim, kafa kazınmış ve bir sürü sakalla beraber islami teröristler gibiyim. Adamlar benim bu halimi sevdiler yahu. Neyse olmaz dedim sakalları da kesicez. Uzun lafın kısası kafada kıl tüy namına bir şey kalmadı. Artık yolculuk boyunca dinlenme tesislerinin lavobalarında kafamı kolayca yıkayabilecektim. En önemlisi de uyku tulumuna girdiğimde iğrenç kirli saç kokusu almayacaktım.


Andreas dedi ki, artık yavaş yavaş hazırlanıp çıkalım. Elimizde feribot biletleri var dediğim gibi akşam 6’da. Biz kendimizi Andreas’ın güvenilir kollarına bırakmıştık, ne de olsa adam oralı, bizim yabancı olduğumuz kadar oranın yerlisi. Eşyaları toparlayıp ve motorları yükledikten sonra sokakta motorların yanında birer tütün sarıp içtik beraber. O kadar rahatız, feribot saatine var demekki daha.:)




Andreas’ın evi Atina’nın bir ucunda Pire limanı diğer bir ucunda. Üç motorsiklet şehrin bir ucundan diğer ucuna peş peşe gittik. İlk başlarda tamamen yabancı bir şehirde başka bir coğrafyada sürmek çok heycan verici geliyordu. Ama uzun süre yabancı coğrafyalarda yolculuk yapmak bu heyecanın yerine başka şeyleri getiriyor. Bunu anlatmak zor. Denenmesi lazım. Heyecandan öte daha güzel, daha başka bir şey demek istediğim…




Pire limanının kapısından içeri girdik, yaklaşık bir saat şehir içi trafiğinde motor sürdükten sonra. Feribota binicez Rodos’da inicez. Sonra ordan Marmaris. Bunu düşünmek bile heycan verici benim için. Çünkü uzun süredir yollarımı gözleyen özlediğim insanlara kavuşacağım. Az kaldı…




Limandan içeri girdiğimizde bir feribotun yeni ayrıldığını gördüm. Hatta iskelede bir kaç insan el sallıyorlardı bu feribotun arkasından. Bu arada artık Atina ve özellikle Pire’ye hiç yabancı değilim. Çünkü daha önceki iki teker yolculuklarım hep buradan geçmişti. Bu feribotun kalktığı iskelede durduk. Andreas kaskını çıkarmış oradaki insanlarla bir şeyler konuşuyordu. Olayın vahimiyeti benim aklıma bile gelmiyordu. Sonra Luiz Andreas’ın yanına gitti. Ben öylece Arsız’ın üzerinde oturmuş denizi seyrediyor ve bizim feribotun gelmesini bekliyordum. Aklımın ucundan geçmeyen şey başıma geldi. Andreas oldukça mahçup bir şekilde yanıma yaklaştı ve giden feribotun bizim feribot olduğunu söyledi. İnanmadım tabi hemen. Ancak telefonuma baktığımda saat 18:10’u gösteriyordu. Yani beş dakikayla falan feribotu kaçırmıştık yine. Bir gün önceki feribotu yakalayamama durumumu sevdiğime utana sıkıla zar zor söylemiştim, bu durumu nasıl anlatacağım? Bu acayip absürd ve can sıkıcı durumu Andreas ve Luiz’de düşünüyorlardı. Luis, istersen beraber Portekiz’e dönelim bile dedi.:) Yapacak gerçekten bir şey yok. Ben aradım sevdiğimi ve feribotu kaçırdığımı söyledim.




Bir kez daha Atina geceleri bizim olmuştu. Bu arada pide arası döner hem ucuz hem de lezzetli ve doyurucu bir yemek Yunanistanda. Bu yemeğin ismi de Pida. Birer Pida yiyerek karnımızı doyurduk. Bir de şu var ki, yunanlılar öğleden sonra kahve içmiyorlar. Sabah uyanır uyanmaz yunan (türk) kahvesi içiliyor bolca. Ancak öğleden sonra dışarıda kafelerde bile zor bulunan bir şey oluyor kahve.





İki gün üst üste feribotu kaçırmak Atina’yı evim gibi öğrenmeme neden oldu. Artık Andreas’ı sollayıp öncülük bile ediyordum. O gece şehrin tamamını gezdik neredeyse motosikletlerimizle. İsyanların olduğu meclis binasının önünde tütün sardık. Akrapolis’in yanında manzara seyrettik. Bu arada liman şirketine feribotu kaçırdığımızı ve aynı biletlerle bir sonraki günün feribotuna binmemiz için dilekçe verdi Andreas. Malum, feribot bileti ucuz değil.

Sabaha karşı eve vardık yine. Ben hemen uyudum. Çünkü ertesi gün kontrol bende olacak. Feribotu bir kez daha kaçırırsak bu işte bir iş var deyip gerçekten Portekiz’e geri döneceğim.

Sabah, daha doğrusu öğlene doğru herkesden önce uyandım ve kahveleri yaptım. Andreas ve Luis’in yataklarına kadar götürdüm kahvelerini ve uyandırdım. Gustavo’ya ise bir koca bardak süt.:) kendimize gelip kahvaltılık bir şeyler atıştırdıktan sonra motorları tekrar yükledik. Öğlen saat 12 bile değildi daha. Ancak benim bu telaşım ve aceleme hiç ses çıkarmıyorlardı, zira onlarda bu feribot kaçırma meselesinden dolayı üzgündüler. Öğlen üzeri limana varmıştık. Liman işletmesinden tekrar biletlerimizi aldık, dilekçemiz kabul edilmiş bu arada. Feribot saatine daha neredeyse 4 saatimiz vardı. Motorlarımızı park edip kaldırımda bir köşeye oturduk ve sohbet etmeye başladık.



Bu iki arkadaş için Türkiye’ye gitmek çok heycan verici. Andreas Yunan olduğu için çok da yabancı değil ancak Luis için Türkiye gerçekten de çok uzak ve merak uyandıran bir ülke. Portekizliler Türkiye ile ilgili hiçbir şey bilmiyorlar. Çöllerden oluşan bir arap ülkesi ya da kadınların çarşaflarla gezdiği bir İslam ülkesi olduğunu bile düşünüyorlar. Sonuçta AB sınırları dışında bir ülke ve bu bile onlar için çok uzak bir ülke imajı veriyor. Feribot saatini beklerken Türkiye ile ilgili sorular sorup durdular bana. Nelere dikkat etmeleri gerektiğini sordular her şeyden önce. Ben onlara ilk olarak her hangi bir eve girerken ayakkabılarını çıkarmaları gerektiğini söylediğimde buna inanmadılar bile, düşünün artık gerisini. Bunun dışında bir tuvalet muhabbetimiz oldu ki anlatamam. İlk Avrupa’ya çıktığım günlerde tuvalete girdiğimde taharet çubuğunun olmaması benim dikkatimi çekmişti ve aklımda bir sürü soru işareti kalmıştı. Portekizde ki evimin tuvaletini ilk kez kullanıp işim bittiğinde taharet musluğu aramış ve bulamamıştım. Daha sonra taharet çubuğunun da olmadığını görünce ne yapacağımı şaşırmıştım. Gerçekten de alışık olduğunuz bir temizlenme biçimini bulamayınca kendinizi inanılmaz “kirli” hissediyorsunuz. Bu durum beni her tuvaletten sonra banyo yapmaya itmişti. Daha sonra neredeyse tüm Avrupa’yı gezince taharet denilen şeyin bu coğrafyada bir yalan olduğunu öğrendim. Evde rahattım, sonuçta duş alabiliyordum ancak aylar süren yolculuğumda bu konuda yaşadıklarımı siz düşünün artık. Daha öncede anlatmıştım, Avrupa’da tuvaletler gerçekten çok temiz, ancak işiniz bittiğinde gerçekten kendinizi çok kirli hissediyorsunuz ve yapacağınız hiçbir şey yok, en azından ben bu duruma bir çözüm bulamadım. Luis ve Andreas’la Türkiye hakkında yaptığımız sohbetin en eğlenceli kısmı işte bu taharet çubuğu üzerine oldu. İlk önce buna da inanmadılar. İşte musluğu açıyorsun alttan su geliyor falan diye anlatınca yüzleri buruşmaya ve neredeyse altlarındaki ıslaklığı hissederek iğrenmeye başlayıp tamam dalga geçmeyi bırak artık bile demeye varan konuşmalar geçti aramızdan. Yani ne tuhaf bir durum. Aynı şey benim için olması gerekenken onlar için iç gıcıklayan bir şey olabiliyor. Hatta tam tersi, onlar için olmaması gereken bir durum ise benim için iç gıcıklayıcı olabiliyor. Şu felsefecilerin ünlü paradoksu burada da yerini buluyor. Yani, elma gerçekten bir elma değil. Ancak bu tartışma, Bodrum’a ayak  basar basmaz Luis ve Andreas’ın bir tuvalete gitmesiyle son buldu. Kahkaha atarak çıktılar tuvaletten. Taharet olayı Luis’in hiç hoşuna gitmemiş, yani alttan tazikli birşeyin su bile olsa gelmesi hiç hoş değil derken Andreas tam tersi olarak baya bi eğlenmiş. Yani Luis anlattığına göre, tuvaletten Andreas’ın kahkaha seslerini duyup kapıyı açmış ve Andreas’ı klozette popo dansı yaparken bulmuş, hayırlısı bakalım. Bu ikisi Afrikayı gezerken yaşadıkları tuvalet maceralarını bana anlattılar. Bu sefer ben güldüm bol bol. Afrika’da bir yerde bunlar umumi bir tuvalete girerken tuvaletin sorumlusu ellerine birer ibrik su vermiş. Bu ikisi tuvalette işlerini yaparken bu su dolu ibriğin ne işe yarayabileceği hakkında düşünüp durmuşlar. İşleri bitip tuvaletten çıkınca su dolu ibrikleri aynen tuvalet sorumlusuna geri vermişler. Onlar için hala bir muamma olan bu ibrik olayını bana sordular. Ancak ben onlara musluklu ve çubuklu, yani son derece “teknolojik” bir taharet olayını uygulamalı olarak zar zor anlatabilmişken, “manuel” taharet olayını nasıl anlatabilirdim? Daha doğrusu nasıl inandırabilirdim? Bu boktan konuyu kapatmak en güzeli olmuştu.




Saat 6’da iskeleye yanaşan feribota motorlarımızı park ettikten sonra güverteye çıktık. Ege denizi son derece sakin ve çok güzel bir gökyüzünün altında güverteye tulumlarımızı serdik. Sabah saat 9’da Rodos adasında olacağız. Liman işletmesi biletlerimizi verirken tembihlemişti. Unutmayın sabah 9’da Rodos’dasınız diye. Güzel bir akşamın sonunda, ege denizini yararak ilerleyen geminin üzerinde yıldızları seyrederek uykuya daldık. Geminin hafif hafif dalgalanması beşiğimizi sallıyor, uykularımıza tat katıyordu. Sabahın ilk ışıkları gözüme vurduğunda uyanmak zorunda kaldım. Luis, Andreas ve Gestavo benim sağımda gölgede kaldıklarından mışıl mışıl uyuyorlardı hala. Ben hemen telefonuma bakıp saatin 7 olduğunu görüp rahatladım. Daha 2 saatimiz vardı. Tulumdan çıkıp çizmelerimi giydim ve kantinden bir kahve alıp geri geldim. Feribot bir iskeleye yanaşmıştı. Atina’dan her gün kalkan feribot bir çok adaya uğrayıp yolcu bırakıp alıyordu. Aşağıdaki kalabalık ve karmaşadan çok büyük bir adaya geldiğimizi anlıyordum. Arabalar, kamyonlar feribottan çıkıyor, yenileri giriyor, bir yolcu kalabalığı derken aşağısı tam bir curcuna idi. Bu arada güvertede ve olduğum yerden gördüğüm kadarıyla feribot boşalmıştı. Kahvemi bitirdikten sonra tulumumu gölge bir yere çekip tekrar uzanmıştım, ne de olsa çok var daha Rodos’a. Bu yolculuğa çıkarken Kos adasından bindiğim Atina feribotunun tayfalarından biriyle tanışıp saatlerce sohbet etmiştim. İsmi Hasan olan bu tayfa Türk asıllı bir Yunandı ve çok güzel bir Türkçesi vardı. Ben tulumumda uzanmış dururken bir an önümden Hasan geçiverdi. Ben heycanlı bir şekilde seslendim ve geri döndü. Tabi aradan 5 ay geçmiş. Beni tanımakta zorlansa da hatırladı hemen. Sarıldık el sıkıştık ve ayak üstü sohbet etmeye başlamıştık. Yolculuğumu sordu, kısaca anlattım. Daha sonra neden buradasınız deyince Rodos’ta ineceğimizi daha 2 saatimizin olduğunu söyledim. Bu ağzımdan çıkanlar o ana kadar olan sakinliğimin son cümleleri oldu. Hasan bana şöyle bir cavap verdi: “Abi burası Rodos! Ve gemi kalkmak üzere, tekrar Atina’ya dönüyoruz!” Ben bunları duyar duymaz kendimden geçtim. Artık ingilizce falan konuşmuyordum. İnsan kendini en iyi anadiliyle ifade edermiş. “kalkın laayn” diyerek Andreas ve Luis’i uyandırdım. Apar topar güverteden aşağıya park alanına koşmaya başladım. Önüme çıkan görevlilere “gemiyi durdurun” diye bağırıyordum. Hareket etmek üzere olan bir Yunan gemisini Türkçe bağırarak durduran ilk kişi ben oldum ve tarihe geçtim. Nasıl eşyaları yükledik, motorları çalıştırıp çıktık hatırlamıyorum bile. Düşünsenize, ben Hasan’ı görmesem, konuşmasak, tekrar Atina’ya dönecektik. Bir gün sonra Atina’ya varıp ancak sonraki günün feribotuna tekrar bilet alacaktık. Yani gerçekten bir Atina çıkmazı yaşarken, herşeyden öte, bu durumu artık sevgilime kesinlikle açıklayamazdım. Liman işletmesi de bi gidin salaklar demez miydi? Bu satırları yazarken bile tüylerim diken diken oluyor.


O günün akşamı, Rodos adasından Kos adasına geçtik. Oradan da Bodrum limanına vardık. Çok uzun süreden sonra Türkiye’ye dönmek, hem de Arsızla ve yanımda 3 yeni arkadaşımla anlatılması zor bir şeydi. Tabiki hemen ince belli bardaklarda çay içtik. Artık ben evimdeyim. Luis ve Ansreas içinse tamamen yabancı bir yerde bir macera daha yeni başlıyordu.




Motorlarımızı  Antalya’ya doğru sürmeye başladık. Artık öncü benim, Luis ve Andreas’ı takip ediyordum aynamdan sürekli. Bu arkadaşların ilk şoku depoları boşaldığında gerçekleşti. Dünyanın en pahalı benzinini aldılar çünkü ve gözlerine inanamadılar. Yol üstünde bir köyde pideci bulduk. Kıymalı pide yediler ilk kez. Bu arada Ramazandı ve oruçun ne olduğunu öğrendiler. Köy pide salonunda içecek olarak bira istediklerinde, heryerde içilmeyeceğini, içki ruhsatını öğrendiler. Dahası yollarda iki tekerin hiçbir öneminin olmadığını öğrendiler.

Milas’a yaklaştığımızda hava tamamen kararmış hatta geç bile olmuştu. Gestavo’nun uykusu geldiğinden onları bir pansiyona yerleştirdim. Dedim ben gidiyorum evime, durmayacağım. Siz yarın uyanın gelin bana. Ne de olsa GPS’leri var. Ben size evimin koordinatlarını gönderirim mesajla, gelirsiniz. Ve ben Arsız’la beraber gece yarısı evime ulaştım…

Ertesi gün akşamüzeri balkonda otururken Luis’in Harleyinin sesi resmen camları sarstı. Yani teknoloji korkunç bir şey gerçekten. Gönderdiğim koordinatlar onları sitenin içine kadar sokmuştu. Bana sadece balkondan el sallamak düştü.




Nasıl anlatsam bilmiyorum. Onlarla aramızdaki belirgin farklılık, insan ilişkileri olarak düşünüyorum. Avrupa’da ilişkiler keskin sınırlarla çizilmiştir. Mesela herkes kendinden sorumludur. Can ciğer dost da olsalar herkes kendi hesabını öder, kendi evinde kalır. Kimse kimsenin hayatına müdahil değildir. Bir arkadaşınızın evinde kalmazsınız mesela orada. Ancak o şehirde misafirseniz, kalacak bir eviniz yoksa mümkün olabilir belki. İlişkiler kafelerde falan geçer. Bizdeki gibi değil yani. Luis ve Andreas belki de benim Avrupa’da karşılaşabileceğim ve kafama göre bulabileceğim en dost insanlardı. Ancak yolculuğumuz boyunca herşeyi üçe bölüyorduk. Bir ekmek, ya da kahve alırken herkes kendi üzerine düşeni ödüyordu. Andreasların evinde bir şeyler yerken yemek yaparken aramızda para toplayıp marketten alış veriş yapıyorduk. Yani herşey keskin çizgilerle birbirinden ayrılıyordu. Bu durumun avantajları vardır elbet. Mesela, anladığım kadarıyla orada insanlar ilişkilerinin bokunu çıkarmıyorlar bu sistem sayesinde. Bizler belki de dostluğumuz ve anlayışımız gereği her şeyimizi paylaştığımızdan gün geliyor bunu dengeleyemeyip herşey berbat edebiliyoruz. Ama şu var, ben Avrupa’da belki de bu yüzden kalamam sonsuza dek. Yani benim için dostluklar arasında okadar da keskin sınırlar yok. Bu durumu anlayamadılar uzunca süre. Mesela Bodrum’da dövizlerimizi bozdurduğumuz marketin sahibi bize çay ısmarladı. Bunu anlayamadılar. Yani önce market sahibinin benim arkadaşım olduğunu düşündüler. Ben hayır değil dediğimde inanmadılar. Sonra ikinci çaylar geldi, sohbet koyulaştı. Andreas bi ara su istedi. Market sahibi dolaptan şişe su verdi. Ayrılırken bu suyun parasını neden almadığını anlayamadılar. Tamam çay ikram da ama bu adam bu suyu satmıyor muydu?

Tabiki bizim evimize geldiklerinde dolu bir buzdolabının yemek, içmek adına beş para ödemeden paylaştığımıza inanamadılar. Yemek yapıyorduk ama para falan toplamıyorduk. Ayrıca kız arkadaşımın onlara olan misafirperverliği, arkadaşlığından çok etkilendiler. Dahası annemler, ablamlar ve onların sıcaklığından çok etkilendiler. Şu an onlar için Türkiye unutamayacakları bir ülke oldu, vedalaşırken gözlerinden sızan damla anlattı bunu bana. Bir de şu var. Avrupa’da insanlar kucaklaşmazlar birbirleriyle, daha doğrusu bir erkekle bir erkek ne öpüşür ne kucaklaşır. Andreas ve Luis’e güle güle derken ikisi de boynuma sarılmaktan kendilerini alamadılar…

İki yabancı Antalya’da nereye gider? Nereler gezdirilir? Valla hiç denize gitmedik. Hiç Olimpos’a gitmedik. Lara’ya falan da gitmedik. 4 gün kaldılar bizimle. Hep evde olmak istediler. Mutluyduk. Bir gün Çandır’a gittik, derenin içinde gözleme, bazlama yedik. Bir gün harleyin lastiğini tamire sanayiye gittik. Bir akşamüzeri de kaleiçindeydik. Luis eşiyle konuştu hep telefonda. Anna Türkiye ile ilgili meraklı sorular soruyordu. Kız arkadaşımın çarşaflı olup olmadığını bile sormuş.:)

Bir gün sanayiden eve dönerken Antalya’nın akşam trafiğinde peş peşe ilerliyorduk. Trafik ışığında kırmızı yandığı için durdum, bunlar da peşimde durdular. Sonra yeşil yandı, ben hareket ettim ancak yine durdum. Çünkü solumdaki araçlar onlara kırmızı yanmasına rağmen durmamışlardı. Yol boşalınca tekrar hareket ettim. Aynadan baktığımda bana selektör yakıp sağa yanaşmamı işaret ediyorlardı, sağda durdum. Yanıma gelip araçların kırmızıda geçtiğini söylediler. Seni öldürebilirlerdi dediler. Evet dedim. Dediler ki polis çağırmamız lazım.:)

Onlardan ayrılmak kolay olmadı. Ama artık biliyorum ki, hem Atina’da hem de Lisbon’da bir evim var. Ve yine biliyorum ki bu iki serseriyle daha çok yolculuk yapacağım.




Yolculuklar bitince yaşam da duruyor sanki. Yolculuğum biteli neredeyse 3 ay oldu. Her gün bir sürü telaş ve koşuşturma içinde yok olup gittiğimi hissediyorum. Sık sık fotoğraflara bakıyorum. Arsız evin önünde dinleniyor. Şehir içinde kullandığım bir Derviş’im var çünkü, yani bisikletim.

Yolda olunca bir çok şeyi sorguluyor insan. O ana kadar hayatına giren çıkanları sorguluyorsun. Hayatında olan insanları, çocukluğunu, anneni sorguluyorsun. Temiz beyaz bir kağıda hayatını yeniden yazıyorsun. Kimlerin değersiz, neyin ve kimin vaz geçilmez olduğunu görüyorsun. Herşeyden öte, bize dayatılan yaşamın ne kadar yaşanmaz olduğunu anlıyorsun.




Aşk ya da dostluk denilen şey hiç bir şey beklemeksizin senin mutluluğundan duyulan katıksız bir mutlulukmuş sadece. Yani ben Rodos’da inemeseydim ve yine gecikseydim ama bu olayı bir okadar eğlenceli hale getirip mutlu olsaydım, sevenim, sevenlerim de o kadar mutlu olurlarmış, bunu anladım, ne güzel.

Arsız… Sen bu dünyayı kirleten bir çok insandan daha temiz bir yol arkadaşısın, iyi ki varsın…

Bu arada, Andreas ve Luis’le konuşuyoruz. Planları yapıyoruz.

İKİ TEKER ÜZERİ TİBET’de görüşmek üzere,

Yollara, yolculuklara…




Arsız & Mehmet

 Kasım, 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder