Düşünsenize yabancı bir şehirdesiniz ve
arkadaşınızın evindesiniz. Akşam saat 6’daki feribotu yakalamak sizin derdiniz
olmaz. Andreas Atinalı ve yıllarca Atina’da yaşamış. O gün öğlene doğru
uyandık. Andreas zamanımızın olduğunu limana zamanında gideceğimizi söyleyip
duruyordu. Andreas’ın evinden liman ne kadar uzaklıkta kestiremiyordum ancak
pek yakın değildi anımsadığım. Tam bir ev keyfi yapmaya başlamıştık. Uzun bir
kahvaltıdan sonra terastaki hortumla birbirimizi yıkadık, su oyunları falan. Bu
arada saçlarım oldukça uzamıştı ve haftalardır yollarda olduğumdan ve doğru
düzgün banyo yapmadığımdan saçlarım resmen kokmaya başlamıştı. Hep beraber
aldığımız karar sonucu saçlarımı kesmeye karar verdik. Terasa kurduğumuz bir
düzenle Andreas saçlarımı kazıdı, Luis fotoğraflarımı çekti durdu, Gustavo gülüp duruyordu bu halimize. Saç kazıma işi
bittikten sonra dediler ki süper oldun. Aynaya bir baktım ne göreyim, kafa
kazınmış ve bir sürü sakalla beraber islami teröristler gibiyim. Adamlar benim
bu halimi sevdiler yahu. Neyse olmaz dedim sakalları da kesicez. Uzun lafın
kısası kafada kıl tüy namına bir şey kalmadı. Artık yolculuk boyunca dinlenme
tesislerinin lavobalarında kafamı kolayca yıkayabilecektim. En önemlisi de uyku
tulumuna girdiğimde iğrenç kirli saç kokusu almayacaktım.
Andreas dedi ki, artık yavaş yavaş hazırlanıp
çıkalım. Elimizde feribot biletleri var dediğim gibi akşam 6’da. Biz kendimizi
Andreas’ın güvenilir kollarına bırakmıştık, ne de olsa adam oralı, bizim
yabancı olduğumuz kadar oranın yerlisi. Eşyaları toparlayıp ve motorları
yükledikten sonra sokakta motorların yanında birer tütün sarıp içtik beraber. O
kadar rahatız, feribot saatine var demekki daha.:)
Andreas’ın evi Atina’nın bir ucunda Pire limanı
diğer bir ucunda. Üç motorsiklet şehrin bir ucundan diğer ucuna peş peşe
gittik. İlk başlarda tamamen yabancı bir şehirde başka bir coğrafyada sürmek
çok heycan verici geliyordu. Ama uzun süre yabancı coğrafyalarda yolculuk
yapmak bu heyecanın yerine başka şeyleri getiriyor. Bunu anlatmak zor.
Denenmesi lazım. Heyecandan öte daha güzel, daha başka bir şey demek istediğim…
Pire limanının kapısından içeri girdik, yaklaşık bir
saat şehir içi trafiğinde motor sürdükten sonra. Feribota binicez Rodos’da
inicez. Sonra ordan Marmaris. Bunu düşünmek bile heycan verici benim için.
Çünkü uzun süredir yollarımı gözleyen özlediğim insanlara kavuşacağım. Az
kaldı…
Limandan içeri girdiğimizde bir feribotun yeni
ayrıldığını gördüm. Hatta iskelede bir kaç insan el sallıyorlardı bu feribotun
arkasından. Bu arada artık Atina ve özellikle Pire’ye hiç yabancı değilim.
Çünkü daha önceki iki teker yolculuklarım hep buradan geçmişti. Bu feribotun
kalktığı iskelede durduk. Andreas kaskını çıkarmış oradaki insanlarla bir
şeyler konuşuyordu. Olayın vahimiyeti benim aklıma bile gelmiyordu. Sonra Luiz
Andreas’ın yanına gitti. Ben öylece Arsız’ın üzerinde oturmuş denizi seyrediyor
ve bizim feribotun gelmesini bekliyordum. Aklımın ucundan geçmeyen şey başıma
geldi. Andreas oldukça mahçup bir şekilde yanıma yaklaştı ve giden feribotun
bizim feribot olduğunu söyledi. İnanmadım tabi hemen. Ancak telefonuma
baktığımda saat 18:10’u gösteriyordu. Yani beş dakikayla falan feribotu
kaçırmıştık yine. Bir gün önceki feribotu yakalayamama durumumu sevdiğime utana
sıkıla zar zor söylemiştim, bu durumu nasıl anlatacağım? Bu acayip absürd ve
can sıkıcı durumu Andreas ve Luiz’de düşünüyorlardı. Luis, istersen beraber
Portekiz’e dönelim bile dedi.:) Yapacak gerçekten bir şey yok. Ben aradım
sevdiğimi ve feribotu kaçırdığımı söyledim.
Bir kez daha Atina geceleri bizim olmuştu. Bu arada
pide arası döner hem ucuz hem de lezzetli ve doyurucu bir yemek Yunanistanda.
Bu yemeğin ismi de Pida. Birer Pida yiyerek karnımızı doyurduk. Bir de şu var
ki, yunanlılar öğleden sonra kahve içmiyorlar. Sabah uyanır uyanmaz yunan
(türk) kahvesi içiliyor bolca. Ancak öğleden sonra dışarıda kafelerde bile zor
bulunan bir şey oluyor kahve.
İki gün üst üste feribotu kaçırmak Atina’yı evim
gibi öğrenmeme neden oldu. Artık Andreas’ı sollayıp öncülük bile ediyordum. O
gece şehrin tamamını gezdik neredeyse motosikletlerimizle. İsyanların olduğu
meclis binasının önünde tütün sardık. Akrapolis’in yanında manzara seyrettik.
Bu arada liman şirketine feribotu kaçırdığımızı ve aynı biletlerle bir sonraki
günün feribotuna binmemiz için dilekçe verdi Andreas. Malum, feribot bileti
ucuz değil.
Sabaha karşı eve vardık yine. Ben hemen uyudum.
Çünkü ertesi gün kontrol bende olacak. Feribotu bir kez daha kaçırırsak bu işte
bir iş var deyip gerçekten Portekiz’e geri döneceğim.
Sabah, daha doğrusu öğlene doğru herkesden önce
uyandım ve kahveleri yaptım. Andreas ve Luis’in yataklarına kadar götürdüm
kahvelerini ve uyandırdım. Gustavo’ya ise bir koca bardak süt.:) kendimize
gelip kahvaltılık bir şeyler atıştırdıktan sonra motorları tekrar yükledik.
Öğlen saat 12 bile değildi daha. Ancak benim bu telaşım ve aceleme hiç ses
çıkarmıyorlardı, zira onlarda bu feribot kaçırma meselesinden dolayı
üzgündüler. Öğlen üzeri limana varmıştık. Liman işletmesinden tekrar
biletlerimizi aldık, dilekçemiz kabul edilmiş bu arada. Feribot saatine daha
neredeyse 4 saatimiz vardı. Motorlarımızı park edip kaldırımda bir köşeye
oturduk ve sohbet etmeye başladık.
Bu iki arkadaş için Türkiye’ye gitmek çok heycan
verici. Andreas Yunan olduğu için çok da yabancı değil ancak Luis için Türkiye
gerçekten de çok uzak ve merak uyandıran bir ülke. Portekizliler Türkiye ile
ilgili hiçbir şey bilmiyorlar. Çöllerden oluşan bir arap ülkesi ya da
kadınların çarşaflarla gezdiği bir İslam ülkesi olduğunu bile düşünüyorlar. Sonuçta
AB sınırları dışında bir ülke ve bu bile onlar için çok uzak bir ülke imajı
veriyor. Feribot saatini beklerken Türkiye ile ilgili sorular sorup durdular
bana. Nelere dikkat etmeleri gerektiğini sordular her şeyden önce. Ben onlara
ilk olarak her hangi bir eve girerken ayakkabılarını çıkarmaları gerektiğini
söylediğimde buna inanmadılar bile, düşünün artık gerisini. Bunun dışında bir
tuvalet muhabbetimiz oldu ki anlatamam. İlk Avrupa’ya çıktığım günlerde
tuvalete girdiğimde taharet çubuğunun olmaması benim dikkatimi çekmişti ve
aklımda bir sürü soru işareti kalmıştı. Portekizde ki evimin tuvaletini ilk kez
kullanıp işim bittiğinde taharet musluğu aramış ve bulamamıştım. Daha sonra
taharet çubuğunun da olmadığını görünce ne yapacağımı şaşırmıştım. Gerçekten de
alışık olduğunuz bir temizlenme biçimini bulamayınca kendinizi inanılmaz
“kirli” hissediyorsunuz. Bu durum beni her tuvaletten sonra banyo yapmaya
itmişti. Daha sonra neredeyse tüm Avrupa’yı gezince taharet denilen şeyin bu
coğrafyada bir yalan olduğunu öğrendim. Evde rahattım, sonuçta duş
alabiliyordum ancak aylar süren yolculuğumda bu konuda yaşadıklarımı siz
düşünün artık. Daha öncede anlatmıştım, Avrupa’da tuvaletler gerçekten çok
temiz, ancak işiniz bittiğinde gerçekten kendinizi çok kirli hissediyorsunuz ve
yapacağınız hiçbir şey yok, en azından ben bu duruma bir çözüm bulamadım. Luis
ve Andreas’la Türkiye hakkında yaptığımız sohbetin en eğlenceli kısmı işte bu
taharet çubuğu üzerine oldu. İlk önce buna da inanmadılar. İşte musluğu
açıyorsun alttan su geliyor falan diye anlatınca yüzleri buruşmaya ve neredeyse
altlarındaki ıslaklığı hissederek iğrenmeye başlayıp tamam dalga geçmeyi bırak
artık bile demeye varan konuşmalar geçti aramızdan. Yani ne tuhaf bir durum.
Aynı şey benim için olması gerekenken onlar için iç gıcıklayan bir şey
olabiliyor. Hatta tam tersi, onlar için olmaması gereken bir durum ise benim
için iç gıcıklayıcı olabiliyor. Şu felsefecilerin ünlü paradoksu burada da
yerini buluyor. Yani, elma gerçekten bir elma değil. Ancak bu tartışma,
Bodrum’a ayak basar basmaz Luis ve
Andreas’ın bir tuvalete gitmesiyle son buldu. Kahkaha atarak çıktılar
tuvaletten. Taharet olayı Luis’in hiç hoşuna gitmemiş, yani alttan tazikli
birşeyin su bile olsa gelmesi hiç hoş değil derken Andreas tam tersi olarak
baya bi eğlenmiş. Yani Luis anlattığına göre, tuvaletten Andreas’ın kahkaha
seslerini duyup kapıyı açmış ve Andreas’ı klozette popo dansı yaparken bulmuş,
hayırlısı bakalım. Bu ikisi Afrikayı gezerken yaşadıkları tuvalet maceralarını
bana anlattılar. Bu sefer ben güldüm bol bol. Afrika’da bir yerde bunlar umumi
bir tuvalete girerken tuvaletin sorumlusu ellerine birer ibrik su vermiş. Bu
ikisi tuvalette işlerini yaparken bu su dolu ibriğin ne işe yarayabileceği
hakkında düşünüp durmuşlar. İşleri bitip tuvaletten çıkınca su dolu ibrikleri
aynen tuvalet sorumlusuna geri vermişler. Onlar için hala bir muamma olan bu
ibrik olayını bana sordular. Ancak ben onlara musluklu ve çubuklu, yani son
derece “teknolojik” bir taharet olayını uygulamalı olarak zar zor
anlatabilmişken, “manuel” taharet olayını nasıl anlatabilirdim? Daha doğrusu
nasıl inandırabilirdim? Bu boktan konuyu kapatmak en güzeli olmuştu.
Saat 6’da iskeleye yanaşan feribota motorlarımızı
park ettikten sonra güverteye çıktık. Ege denizi son derece sakin ve çok güzel
bir gökyüzünün altında güverteye tulumlarımızı serdik. Sabah saat 9’da Rodos
adasında olacağız. Liman işletmesi biletlerimizi verirken tembihlemişti.
Unutmayın sabah 9’da Rodos’dasınız diye. Güzel bir akşamın sonunda, ege
denizini yararak ilerleyen geminin üzerinde yıldızları seyrederek uykuya
daldık. Geminin hafif hafif dalgalanması beşiğimizi sallıyor, uykularımıza tat
katıyordu. Sabahın ilk ışıkları gözüme vurduğunda uyanmak zorunda kaldım. Luis,
Andreas ve Gestavo benim sağımda gölgede kaldıklarından mışıl mışıl uyuyorlardı
hala. Ben hemen telefonuma bakıp saatin 7 olduğunu görüp rahatladım. Daha 2
saatimiz vardı. Tulumdan çıkıp çizmelerimi giydim ve kantinden bir kahve alıp geri
geldim. Feribot bir iskeleye yanaşmıştı. Atina’dan her gün kalkan feribot bir
çok adaya uğrayıp yolcu bırakıp alıyordu. Aşağıdaki kalabalık ve karmaşadan çok
büyük bir adaya geldiğimizi anlıyordum. Arabalar, kamyonlar feribottan çıkıyor,
yenileri giriyor, bir yolcu kalabalığı derken aşağısı tam bir curcuna idi. Bu
arada güvertede ve olduğum yerden gördüğüm kadarıyla feribot boşalmıştı.
Kahvemi bitirdikten sonra tulumumu gölge bir yere çekip tekrar uzanmıştım, ne
de olsa çok var daha Rodos’a. Bu yolculuğa çıkarken Kos adasından bindiğim
Atina feribotunun tayfalarından biriyle tanışıp saatlerce sohbet etmiştim. İsmi
Hasan olan bu tayfa Türk asıllı bir Yunandı ve çok güzel bir Türkçesi vardı.
Ben tulumumda uzanmış dururken bir an önümden Hasan geçiverdi. Ben heycanlı bir
şekilde seslendim ve geri döndü. Tabi aradan 5 ay geçmiş. Beni tanımakta
zorlansa da hatırladı hemen. Sarıldık el sıkıştık ve ayak üstü sohbet etmeye
başlamıştık. Yolculuğumu sordu, kısaca anlattım. Daha sonra neden buradasınız
deyince Rodos’ta ineceğimizi daha 2 saatimizin olduğunu söyledim. Bu ağzımdan
çıkanlar o ana kadar olan sakinliğimin son cümleleri oldu. Hasan bana şöyle bir
cavap verdi: “Abi burası Rodos! Ve gemi kalkmak üzere, tekrar Atina’ya
dönüyoruz!” Ben bunları duyar duymaz kendimden geçtim. Artık ingilizce falan
konuşmuyordum. İnsan kendini en iyi anadiliyle ifade edermiş. “kalkın laayn”
diyerek Andreas ve Luis’i uyandırdım. Apar topar güverteden aşağıya park
alanına koşmaya başladım. Önüme çıkan görevlilere “gemiyi durdurun” diye
bağırıyordum. Hareket etmek üzere olan bir Yunan gemisini Türkçe bağırarak
durduran ilk kişi ben oldum ve tarihe geçtim. Nasıl eşyaları yükledik,
motorları çalıştırıp çıktık hatırlamıyorum bile. Düşünsenize, ben Hasan’ı
görmesem, konuşmasak, tekrar Atina’ya dönecektik. Bir gün sonra Atina’ya varıp
ancak sonraki günün feribotuna tekrar bilet alacaktık. Yani gerçekten bir Atina
çıkmazı yaşarken, herşeyden öte, bu durumu artık sevgilime kesinlikle
açıklayamazdım. Liman işletmesi de bi gidin salaklar demez miydi? Bu satırları
yazarken bile tüylerim diken diken oluyor.
O günün akşamı, Rodos adasından Kos adasına geçtik.
Oradan da Bodrum limanına vardık. Çok uzun süreden sonra Türkiye’ye dönmek, hem
de Arsızla ve yanımda 3 yeni arkadaşımla anlatılması zor bir şeydi. Tabiki
hemen ince belli bardaklarda çay içtik. Artık ben evimdeyim. Luis ve Ansreas
içinse tamamen yabancı bir yerde bir macera daha yeni başlıyordu.
Motorlarımızı Antalya’ya doğru sürmeye başladık. Artık öncü
benim, Luis ve Andreas’ı takip ediyordum aynamdan sürekli. Bu arkadaşların ilk
şoku depoları boşaldığında gerçekleşti. Dünyanın en pahalı benzinini aldılar
çünkü ve gözlerine inanamadılar. Yol üstünde bir köyde pideci bulduk. Kıymalı
pide yediler ilk kez. Bu arada Ramazandı ve oruçun ne olduğunu öğrendiler. Köy
pide salonunda içecek olarak bira istediklerinde, heryerde içilmeyeceğini, içki
ruhsatını öğrendiler. Dahası yollarda iki tekerin hiçbir öneminin olmadığını
öğrendiler.
Milas’a yaklaştığımızda hava tamamen kararmış hatta
geç bile olmuştu. Gestavo’nun uykusu geldiğinden onları bir pansiyona yerleştirdim.
Dedim ben gidiyorum evime, durmayacağım. Siz yarın uyanın gelin bana. Ne de
olsa GPS’leri var. Ben size evimin koordinatlarını gönderirim mesajla,
gelirsiniz. Ve ben Arsız’la beraber gece yarısı evime ulaştım…
Ertesi gün akşamüzeri balkonda otururken Luis’in
Harleyinin sesi resmen camları sarstı. Yani teknoloji korkunç bir şey
gerçekten. Gönderdiğim koordinatlar onları sitenin içine kadar sokmuştu. Bana
sadece balkondan el sallamak düştü.
Nasıl anlatsam bilmiyorum. Onlarla aramızdaki belirgin
farklılık, insan ilişkileri olarak düşünüyorum. Avrupa’da ilişkiler keskin
sınırlarla çizilmiştir. Mesela herkes kendinden sorumludur. Can ciğer dost da
olsalar herkes kendi hesabını öder, kendi evinde kalır. Kimse kimsenin hayatına
müdahil değildir. Bir arkadaşınızın evinde kalmazsınız mesela orada. Ancak o
şehirde misafirseniz, kalacak bir eviniz yoksa mümkün olabilir belki. İlişkiler
kafelerde falan geçer. Bizdeki gibi değil yani. Luis ve Andreas belki de benim
Avrupa’da karşılaşabileceğim ve kafama göre bulabileceğim en dost insanlardı.
Ancak yolculuğumuz boyunca herşeyi üçe bölüyorduk. Bir ekmek, ya da kahve
alırken herkes kendi üzerine düşeni ödüyordu. Andreasların evinde bir şeyler
yerken yemek yaparken aramızda para toplayıp marketten alış veriş yapıyorduk. Yani
herşey keskin çizgilerle birbirinden ayrılıyordu. Bu durumun avantajları vardır
elbet. Mesela, anladığım kadarıyla orada insanlar ilişkilerinin bokunu
çıkarmıyorlar bu sistem sayesinde. Bizler belki de dostluğumuz ve anlayışımız
gereği her şeyimizi paylaştığımızdan gün geliyor bunu dengeleyemeyip herşey
berbat edebiliyoruz. Ama şu var, ben Avrupa’da belki de bu yüzden kalamam
sonsuza dek. Yani benim için dostluklar arasında okadar da keskin sınırlar yok.
Bu durumu anlayamadılar uzunca süre. Mesela Bodrum’da dövizlerimizi
bozdurduğumuz marketin sahibi bize çay ısmarladı. Bunu anlayamadılar. Yani önce
market sahibinin benim arkadaşım olduğunu düşündüler. Ben hayır değil dediğimde
inanmadılar. Sonra ikinci çaylar geldi, sohbet koyulaştı. Andreas bi ara su istedi.
Market sahibi dolaptan şişe su verdi. Ayrılırken bu suyun parasını neden
almadığını anlayamadılar. Tamam çay ikram da ama bu adam bu suyu satmıyor
muydu?
Tabiki bizim evimize geldiklerinde dolu bir
buzdolabının yemek, içmek adına beş para ödemeden paylaştığımıza inanamadılar.
Yemek yapıyorduk ama para falan toplamıyorduk. Ayrıca kız arkadaşımın onlara
olan misafirperverliği, arkadaşlığından çok etkilendiler. Dahası annemler,
ablamlar ve onların sıcaklığından çok etkilendiler. Şu an onlar için Türkiye
unutamayacakları bir ülke oldu, vedalaşırken gözlerinden sızan damla anlattı
bunu bana. Bir de şu var. Avrupa’da insanlar kucaklaşmazlar birbirleriyle, daha
doğrusu bir erkekle bir erkek ne öpüşür ne kucaklaşır. Andreas ve Luis’e güle
güle derken ikisi de boynuma sarılmaktan kendilerini alamadılar…
İki yabancı Antalya’da nereye gider? Nereler
gezdirilir? Valla hiç denize gitmedik. Hiç Olimpos’a gitmedik. Lara’ya falan da
gitmedik. 4 gün kaldılar bizimle. Hep evde olmak istediler. Mutluyduk. Bir gün
Çandır’a gittik, derenin içinde gözleme, bazlama yedik. Bir gün harleyin
lastiğini tamire sanayiye gittik. Bir akşamüzeri de kaleiçindeydik. Luis eşiyle
konuştu hep telefonda. Anna Türkiye ile ilgili meraklı sorular soruyordu. Kız
arkadaşımın çarşaflı olup olmadığını bile sormuş.:)
Bir gün sanayiden eve dönerken Antalya’nın akşam
trafiğinde peş peşe ilerliyorduk. Trafik ışığında kırmızı yandığı için durdum,
bunlar da peşimde durdular. Sonra yeşil yandı, ben hareket ettim ancak yine
durdum. Çünkü solumdaki araçlar onlara kırmızı yanmasına rağmen durmamışlardı.
Yol boşalınca tekrar hareket ettim. Aynadan baktığımda bana selektör yakıp sağa
yanaşmamı işaret ediyorlardı, sağda durdum. Yanıma gelip araçların kırmızıda
geçtiğini söylediler. Seni öldürebilirlerdi dediler. Evet dedim. Dediler ki
polis çağırmamız lazım.:)
Onlardan ayrılmak kolay olmadı. Ama artık biliyorum
ki, hem Atina’da hem de Lisbon’da bir evim var. Ve yine biliyorum ki bu iki
serseriyle daha çok yolculuk yapacağım.
Yolculuklar bitince yaşam da duruyor sanki.
Yolculuğum biteli neredeyse 3 ay oldu. Her gün bir sürü telaş ve koşuşturma
içinde yok olup gittiğimi hissediyorum. Sık sık fotoğraflara bakıyorum. Arsız
evin önünde dinleniyor. Şehir içinde kullandığım bir Derviş’im var çünkü, yani
bisikletim.
Yolda olunca bir çok şeyi sorguluyor insan. O ana
kadar hayatına giren çıkanları sorguluyorsun. Hayatında olan insanları,
çocukluğunu, anneni sorguluyorsun. Temiz beyaz bir kağıda hayatını yeniden
yazıyorsun. Kimlerin değersiz, neyin ve kimin vaz geçilmez olduğunu görüyorsun.
Herşeyden öte, bize dayatılan yaşamın ne kadar yaşanmaz olduğunu anlıyorsun.
Aşk ya da dostluk denilen şey hiç bir
şey beklemeksizin senin mutluluğundan duyulan katıksız bir mutlulukmuş sadece.
Yani ben Rodos’da inemeseydim ve yine gecikseydim ama bu olayı bir okadar
eğlenceli hale getirip mutlu olsaydım, sevenim, sevenlerim de o kadar mutlu
olurlarmış, bunu anladım, ne güzel.
Arsız… Sen bu dünyayı kirleten bir çok insandan daha
temiz bir yol arkadaşısın, iyi ki varsın…
Bu arada, Andreas ve Luis’le konuşuyoruz. Planları
yapıyoruz.
İKİ TEKER ÜZERİ TİBET’de görüşmek
üzere,
Arsız & Mehmet
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder