Üniversite yıllarımda dağcılık yaparken gitmekten kendimi
alamadığım bir yerdi Kaçkar dağları. Hemen hemen her yazımın iki ya da üç
haftasını bu bölgede geçirirdim. Hatta kışın ara dönemde bile gittiğim olmuştur
oralara. Bir çok ülke ve farklı coğrafyalarda bulunmama rağmen bu kadar olağan
üstü bir doğayla, yeşille ve iklimle daha önce hiç karşılaşmadım. Bir seferinde
Kanada’lı dağcılarla karşılaşmıştım o güzelim yaylaların birinde. Bilirsiniz
Kanada Dünyanın en güzel ve en yeşil ülkesi olarak bilinir. Bu dağcılar bile
gördükleri manzaralar karşısında dilleri tutulmuştu. Hatta bir tanesi bana
neden burada yaşamıyorsun ki diye sormuştu.
O yıllarda tırmanış çantam, çadırım ve tüm ekipmanlarım
sırtımda, o bölgede, 2000-3000 metre arası yukarıdaki yaylalarda sırtları
aşarak, krater göllerinin yanında kamp kurarak haftalarca yürürdüm. Hep hayalimde
buralara motorsikletimle gelmek olurdu. Ama ne zaman Kaçkarlara bir motosiklet
yolculuğu planlasam hep benimle gelmek isteyen dört beş kişi olur, iki teker yolculuk
planını iptal etmek zorunda kalırdım. Çoğu kez Ankara’dan otostopla ikişerli
gruplar halinde Samsun’da buluşup, buradan feribotla Rize’ye kadar güvertede
yıldızları seyrederek varırdık. O yıllardan bugüne neredeyse yedi sekiz sene
geçti. Geçtiğimiz bayram tatilinde sevgilimle beraber Arsız’a atlayıp
Kaçkarlar’a yeniden merhaba demeyi planlamıştık bile. Ancak bu sefer Antalya’dan
yola çıkacağımız için önümüzde uzun bir yol vardı. Yani kısaca, Türkiye’nin sol
alt köşesinden sağ üst köşesine iki teker gidip gelecektik ve bu yolculuğu 8
güne sığdırmalıydık. Yolculuğumuzun sonunda Arsız’ın kilometre sayacı tam
3100km yaptığımızı gösteriyordu.
Aylardan Ağustos olunca ve Antalya’da iseniz inanılmaz bir
sıcakla karşı karşıyasınızdır. Ilk gün öğlene doğru Arsız’ı yükledik. Oldukça kalın
kıyafetlerimizi ve çizmelerimizi giydiğimizde o bunaltıcı sıcaktan bir an önce kaçmamız
gerekiyordu. Manavgat yolundan Akseki, Konya yoluna dönüp tırmanmaya
başladığımızda hava da serinlemeye başladı. Tabiki otoyollardan ziyade köy
yollarını tercih ediyorduk. Akseki’nin bir dolu köyü ve ilçesini dar yollardan
geçerek İbradı’ya oradan da Beyşehir gölünün yanına vardık. Hava artık sıcak
değil, hatta geceleri çadırımızda uyku tulumlarımıza giriyorduk.
Akseki, Antalya’nın kuzeyinde Torosların tepelerinde bir
ilçe, ancak çok güzel bir coğrafyası var. burnumuzun dibinde olmasına ragmen nedense
çok az biliyoruz oraları. Mola verdiğimiz köylerde bize bin bir türlü
festivalden bahsedip fotoğraflar gösterdiler, davet ettiler. Mağaralar,
şelaleler ve nice güzel dağ rotaları. Oralara ayrıca bisikletle gitmek
keşfetmek gerek. Hem rakım yüksek olduğundan Antalya şehrinin saçma sıcağı da
Ağustos olmasına rağmen yoktu.
Beyşehir gölü büyük bir göl. Kumsalı, plajı falan da var.
Kamp alanı da bulabililirsiniz kolayca. Serin bir suyu var. Sadece yanınızda
kesinlikle sinkov bulundurmanız gerek. Hava kararır kararmaz vampir büyüklüğünde
sivrisinekler çıkıyor meydana. Ilk günün sonunda göl kenarında çadırımızı
kurduk.
Ikinci gün, Konya üzerinden Nevşehir’e doğru yola çıktık.
Hayatımda ilk kez Kapadokya’yı görecektim. Bu arada Konya ile ilgili mühim bir
şeyi anlatmadan geçmeyeceğim. Konya’ya girer girmez muntazam bisiklet yolları
karşıladı bizi. Yani bu anlamda bir Avrupa şehrinde hissettim kendimi. Öyle
kaldırım üzerine çizilmiş çizgilerden bahsetmiyorum. Tamamen olması gerektiği
gibi, hem kaldırımdan hem de oto yoldan tamamen ayrılmış, bölünmüş bisklet
yollları şehrin her yerindeydi. Üstelik bisiklet yollarını mavi rankle boyamışlar
ve göze çarpar hale getirmişlerdi. Kavşaklar falan aynı Avrupa’daki gibiydi.
Üstelik kartla bisiklet alabileceğiniz bisiklet parkları da var her yerde. E malum,
durum böyle olunca Konyalılar bisikleti bir ulaşım aracı olarak kullanıyorlar. Bu
arada hatırlatayım, bisikletin bir ulaşım aracı olduğunu anlatan ne bir
bisiklet grubu var Konya’da ne de sol bir belediyesi var. Yani neymiş, halk
isterse olurmuş. Öyle bir baskı olacak ki sistem bu yolları seve seve yapmak
zorunda kalacak arkadaş. Yoksa “tamam yapacağız” şeklindeki sözleri yer
durursunuz mal gibi…
Ikinci gün kampımızı Ankara’dan sevgili dostlarımızın
tavsiyesiyle Ürgüp Ortahisardaki Tandır kafenin bahçesine kurduk. Burayı
herkese şiddetle tavsiye ederim. Ortahisar belediye parkın içindeki Tandır
kafeyi çok sevimli bir amca ve kızı işletiyor. Ortam da çok güzel, zaten bir vadiye
doğru iniyor bahçesi. Çadır kurmak için para almıyorlar. Istediğiniz yere
çadırınızı kurun, hatta müşteriler gittikten sonra köşke geçip döşeklerin
üzerinde bile uyuyabilirsiniz muhteşem bir manzara eşliğinde. Bu Kapadokya
bölgesi öyle bir günde gezilecek bir yer değil. Ayrıca gelmek lazım buralara.
Üçüncü gün Erciyes dağı bize eşlik etti yol boyunca ve Sivas
şehrine ulaştık. Çifte minarenin önünde fotoğraf çektirdik. Akşam üzeri, Sivas’tan
yola çıkıp Zara ilçesine oradan da Su Şehri'ne ulaştık. Zara’da verdiğimiz bir
molada kamyon şöförleriyle sohbet ettik uzun uzun. Bu arada sevgili kayın kız
kardeşim Fatoş, Hayriye’ye göz yaşartıcı sprey vermiş yola çıkarken. Malum,
Hayriye’nin ilk uzun motosiklet yolculuğuydu, yani yollarda ise kamyoncular
kötüdür, öyle bir algı vardır. Kamyonculardan korunmak için göz yaşartıcı sprey
ne işimize yarayacak tartışılır da bu yargı aslında hem doğru hem yanlış. Hayatımın
çoğu hep uzun yolculuklarla geçti ve yollarda gerçekten de hem çok iyi hem de
çok kötü kamyoncularla karşılaştım ben. Aslında Türkiye böyle bir ülke. Başınıza
her şey gelebilir. Yani beni kamyonuna alan, rotası olmadığı halde beni
gideceğim yere bırakan, karnımı doyuran hatta harçlık vermek isteyen kamyon
şöförleri gördüm ben. Ancak İtalyan Barış gelininin başına gelenleri de
unutmamak gerek. Demek istediğim riskli bir ülke burası, hem iyiyi hem kötüyü
dibine kadar yaşayabilirsin. Işte bence bu ülkenin Avrupa’daki bir ülkeden en
belirgin farkı da bu.
O gün Zara’da festival varmış, hatta Muazzez Abacı
geliyormuş. Bu sevimli kamyon şöförleri bizi bırakmak istemediler. Ancak biz
hava kararana kadar yolculuk yapmaya kararlıydık çünkü yolumuz oldukça uzun. Bu
şöför abilerle vedalaştık. Hatta Arsız’ın navigasyonu olmasına rağmen ve bunu
söylememize rağmen her biri uzun uzun yolu tariff etti bize. Dediler ki, “kaybolursanız
geri dönün, biz sizi misafir ederiz…”
Su Şehri'ne ulaştığımızda hava kararmıştı. Yorgunluğun da
etkisinde kamp alanı aramak istemedik ve burada bir otelde konakladık. Duş almak
ve yumşak bir yatakta uyumak iyi geldi. Bu arada hava artık oldukça soğuk.
Ertesi gün rotamız Şebinkarahisar üzerinden Giresun’a
varmak. Bu rotayı bence herkes yapmalı. Gerçekten muhteşem bir manzara eşliğinde
2200 metreye kadar tırmanıp, Karadenizin o yeşilliğiyle beraber denize
iniyorsunuz. Harika bir yol gerçekten. Yukarı zıplayıp bulutlara dokunup yere
düşmek gibi gerçekten. Oldukça dar ama bir o kadar güzel bir manzarayla beraber
kıvrılarak iniyorsunuz aşağı. Artık Karadeniz bölgesindeyiz, toprak ya da taş
değil yeşilin bin bir tonunu görmekteyiz her yerde. Bu yol üzerinde verdiğimiz
bir molada kaynak maden suyu vardı. Yol kenarında bir çeşmeden sürekli akan bu
suyun maden suyu olduğuna inanmamıştım ta ki tadına bakana dek. Mevsim gereği,
fındık bahçeleri bize eşlik eder oldu. Herkes fındık topluyordu ve toplanan
fındıkları yol kenarlarında kurumaya bırakmışlardı. Bu fındıklardan tabi ki de
yedik. Ama dikkat edin çok yemeyin, cırcır olursunuz…
Giresun’dan sonra duble yol olan Karadeniz sahil yolu bizi
Ardeşen’e kadar götürdü. Yanlız ben en son geldiğimde böyle bir yol yoktu ve bu
yolun yapılma sürecini vs medyadan takip etmiştim bolca. Yani şöyle bir şey,
dümdüz çok şeritli bir bölünmüş yol ama bu yol bütün Karadeniz sahilini yok
etmiş. Dalgalar kumları yalayamıyor, çoğu sahil şeridi betonlarla doldurulmuş
bu yol için, üzerinde daha çok motorlu taşıt gitsin diye…
Fırtına vadisine girdiğimizde hava kararmak üzereydi.
Çamlıhemşin’i de geçerek Ayder yaylasına doğru tırmanmaya başladık. Derelerden akan
suyun sesini dinleyerek, yüksek ağaçların arasından geçip Ayder yaylasına
ulaştığımızda hava tamamen kararmıştı. Ayder yaylası oldukça turistik bir yer
ve bayağı kalabalık. Buraya bu kadar kalabalık hatırlamıyorum ben. Yol kenarında
birisi el edip durdurdu bizi. Antalya’dan 19 motor yola çıkmışlar,
eşleriyle, çocuklarıyla ve Azerbeycan’a gidiyorlar. Arsız’ın plakasından
Antalyalı olduğumuzu anlayıp bizi durdurmuşlar. Biz de katıldık onlara bir kaç
saat, külde Türk kahvesi içtik hep beraber, sonra ayrıldık, onlar kendi kamp
yerlerine döndü biz de kamp yeri aramaya koyulduk güzel bir akşam yemeği
yedikten sonra…
(Bu arada yazdıklarımı
dönüp başa okuyorum arada bir. Yazdığım cümlelerden biri bana Ankara’dan eski
bir arkadaşımı anımsattı. Bir gün bu arkadaşa Beypazarı turunu anlatıyordum. “25
motor Beypazarı’na gittik geçen hafta sonu” dediğimde “otobüs tutup mu gittiniz”
demişti. Bu arkadaşı saygıyla anmadan geçmeyeyim dedim.)
Ayder yaylasında "kamp yapmak yasaktır" yazılı tabelalar olmasına rağmen
her hangi bir düzlüğe çadır kurabilirsiniz. Bir çok çadırın olduğu hafif eğimli
bir çayırlık alana çadırımızı kurduk. Uzun süredir orada çadır kurmuş insanlar
vardı öyle ki komşuluk ilişkileri bayağı bir gelişmiş. Biz yerleşir yerleşmez
yan çadırdan birer bardak sıcak çay geldi. Diğer bir çadırdan ise misafirlik
daveti aldım. Hayriye çadıra girer girmez uyudu ancak ben saatlerce sohbet
ettim dışarıda insanlarla. Bir adam vardı, kızlarıyla beraber çadırda kalıyordu
ve süperlerdi. Yani bir fazla çadırı mutfak yapmışlar, yemek pişirip her bir
şeyi yapıyorlardı. Bu amca daha önceden hep otele gelirmiş Ayder’e. Hep de kamp
kuran insanları seyredermiş. Bir gün ben neden kamp kurmuyorum ki demiş. İşte yıllardır
kamp kurup dağları gezer olmuş bu amca çocuklarıyla.
Sabah muhteşem bir manzarayla uyandık. Yeşilin yüzlerce
tonu, sarp tepeler ve güneşli gökyüzü, serin bir hava, yayla evleri hemen
arkamızda. Dün gece sohbet ettiğim amca kahvaltı hazırlamış kızlarıyla bizi
davet etti. Biz kibarca red ettik çünkü muhlıcaz o sabah yani muhlama
yiyeceğiz. Kamp kurduğumuz çayırdan aşağı doğru yürüdük sevgilimle. Çünkü yolun
karşı tarafında derenin kenarında umumi bir tuvalet var. Bu tuvaletin önüne
geldik, standart iki kapısı vardı tuvaletin. Birinin üzerinde erkek diğerinin
üzerinde kadın yazıyordu. Ben erkek kapısından Hayriye’de diğer kapıdan girdik
içeri. İçeride tekrar Hayriye’yi görünce çok korktum. Iki kapı da aynı yere
çıkıyordu ve böyle bir tuvaleti ancak Karadenizde görebilirdik herhalde.
Çok fazla Karadenizli arkadaşım oldu benim. Gerçekten bu
bölgenin insanını, zekasını çok severim. Hatta bu coğrafyayı, müziğini,
kültürünü kıskanırım. Bence çok zeki olduklarından böyle şeyler oluyor. Nitekim
Ayder’den sonra Galer düzünde kahveci laz abi Arsız’a bakıp hoş bir şiveyle “ta
Urfa’dan mı geldiniz bununla” diye sorduğunda uzun sure Urfa’yı da nerden
çıkarmış olabileceğini düşünüp bulamadım. Sonunda sormak zorunda kaldım “abi Urfa
da nerden çıktı” diye. Laz abinin cevabı çok güzeldi, “motorun plakasından.!”
Plakayı aynen yazayım, yorum sizin: 07 EJC 63.
Bu hikayeleri yaşadıkça daha eski anılarım aklıma geliyor
ister istemez. Ankara’dayken yine Rizeli bir arkadaşım vardı ve bir gün Kızılay’da
buluşacaktık. Buluşma saatinden önce bana bir mesaj yazdı. “Mehmet nerede
buluşacaktık” diye. Ben de “İmge’nin önünde” diye cevap yazıp gönderdiğim
mesaja şöyle bir cevap almıştım: “nerde nerde?”. Aynı mesajı gönderip İmge
kitapevinin önünde buluşmuştuk.
Seneler once Ayder yaylasından Yukarı Kavrun’a gidişimiz çok
maceraylıydı. Burada yol yok, yani olan şeye yol demek mümkün değil. Minibüsle giderdik
eskiden ve çoğu kez minibüsden inip iterdik. Şimdi ben bu yolu merak ediyorum
acaba Arsız’la gidebilecek miyiz diye. Arsız’a kalsa zirveye de çıkar ancak ben
o kadar usta değilim maalesef. O sabah muhladıktan sonra Arsız’ı yükleyip
çıktık üzerine. O muhteşem yol 8 sene öncesi gibiydi. Yolun bazı bölümlerinde
dere akıyor, kayalık bölümleri var, kesinlikle düz bir tarafı yok ve en kötüsü
de hep ıslak ve çamur. Yanlız Arsız bir muhteşem. Bütün bu olumsuz yol
koşullarını bize hiç hissettirmiyor ve hatta sanırım çok daha mutlu böyle bir
yolu tırmandığı için. Yanlız şöyle bir şey oldu. Bu bozuk yol çok işlek ve dar.
Önümüzde ki jeep çok yavaş gidiyor haliylen, çünkü gerçekten kayalardan ve
derelerden geçiyoruz. Sorun şu ki ben Arsız’la okadar yavaş gidemiyorum. Bir de
yükümüz ağır, durmakta zorlanıyorum, zemin ıslak ve kaygan. Önümdeki aracı
sollayamıyorum o kadar geniş değil. Bir de karşıdan araç gelirse önümdeki araç
bazen geri geri gelerek yol veriyor. Bu durum en kötüsü çünkü ben geri geri
gidemiyorum. Yol boş olsa hoplaya zıplaya çabucak varacağız Arsızla Kavrun’a
ama olacak gibi değil. Galer düzünde Arsız’ı bırakıp son 6 km için minibüse
biniyoruz.
Yukarı Kavrun Kaçkar dağlarının zirvesinin hemen altında bir
yayladır ve yanlış bilmiyorsam yaklaşık 3000metre rakımlı Kaçkarların en yüksek
yaylasıdır. Bulutlar altınızdadır. Sis denizinin üstünden bakarsınız. Güzel bir
deresi vardır. Gerçi Kaçkarlarda her yer sulaktır. Her yer yeşildir. Her yer
ahşap yayla evleri ve sıcak insanlarla doludur. Hava yağmurlu değilse her daim
birileri Tulum çalar horon tepilir. Soğuğa kimse aldırış etmez. Ağustos
olmasına ragmen Antalya’nın kışından bile daha soğuk bir hava vardı. Iki gün
kamp attıktan sonra dönüş yoluna geçmek üzücü oldu gerçekten.
Tekrar sahil yoluna çıkıp Trabzon, Giresun, Ordu ve Samsun’a
ulaşıp güneye kıvrıldık. Ankara ve Afyon üzerinden Antalya’ya dönmüş olduk.
Karadeniz’in o güzelim yeşilinden çıkıp bozkır iç Anadoluyu geçmek çok sıkıcı oldu.
Neredeydi anımsamıyorum ama Şebinkarahisar Giresun yolu için
birileri çok tehlikeli oralarda teröristler var demişti. Bizim de en çok
etkilendiğimiz ve beğendiğimiz yollardan birisi bu etaptı. Bu olay bana daha önce
yaptığım bir motosiklet yolculuğumu anımsattı. Hacettepe’de asistanken bir yaz
bir ay boyunca o zamanki motosikletim Yüce Ruh ile Türkiye’nin sınırlarını
gezmiştim yanlız. Adana’dan Osmaniye’ye giderken bir kahvede mola vermiştim. Acayip
uzun bıyıkları olan bir amcayla sohbet etmiştim o kahvede. Bu amcaya “pala amca”
diyorlardı bıyıklarından dolayı. Pala amca bana hiç unutmuyorum Sorgun
yaylasına gitmemi tavsiye etmişti. Git bu gece orada kal demişti. Ben de
doğaçlama hareket ettiğimden neden olmasın demiştim. Sonra bana bir not yazıp
vermişti. Notta “bu arkadaş misafirimdir. Pala.” Yazıyordu. Bu notu Sorgun’a
gittiğinde şu kasaba ilet demişti. Yanlız “yayla yoluna saptığında asvalttan
sakın ayrılma. Toprak yola grime. O yol tehlikeli, orada teröristler var.”
demişti. Pala amcanın notunu cebime koyup Sorgun’un yolunu tutmuştum. Yolda karşılaştığım
insanlar da o “tehlikeli” yoldan bahsetmişlerdi bana “sakın grime” demişlerdi.
Yaylaya vardığımda Pala’nın söylediği kasabı bulup notu vermiştim. Kasabın
sahibi 45 dakika sonra gelmemi istemişti benden. Dediğini yapıp geri geldiğimde
bir tepsi dolusu kebap vermişti bana. Kendisi hazırlamış yan taraftaki taş
fırında da pişirtmişti. Bu kadar eti nasıl yerim dediğimde yersin merak etme
demişti ve gerçekten de afiyetle yemiştim ve üstelik kasap benden hiç para almamıştı. Ertesi gün kasap amcayla
vedalaşırken o da o tehlikeli yoldan bahsetmişti. Benim için başka bir yol
yoktu o tehlikeli yola girmekten başka. Ve o yol hayatımda gördüğüm en güzel
yoldu. Sık ve devasa ağaçlardan oluşan ormanı yararak aşağıya inmiştim. Büyük bir dere bana eşlik etmişti. Yol hiç kullanılmadığından olsa gerek bazı ağaçlar
devrildiğinden Yüce Ruh’u bu ağaçların üzerinden atlatmak zorunda kalmıştım. Yol
gerçekten de ıssız, uzun, yorucu ve bir okadar da güzeldi. Ve bu yol beni küçük
bir köyün ortasına çıkarmıştı. O gün o köyde bir düğün vardı ve herkes halay
çekiyordu. Beni çok güzel ağırlamışlar ve iki gün o köyde kalmıştım…
Ön yargıları yıkmak atomu parçalamaktan zordur demiş güzel
bir adam…
Bu arada “bu arkadaş misafirimdir. Pala.” notunu uzunca bir süre
sakladım ve yolu oralardan geçen bir kaç arkadaşıma bu notu verdim. Onlar da o
kasaba uğrayıp karınlarını doyurdular. Sonra notu kaybettim. Umarım kasap iflas
etmemiştir…
Kaçkarlar’a en sonunda iki teker gitmiş oldum. Hem de
sevdiğim, yol arkadaşımla. Bu arada Karadeniz ülkenin en çok yağış alan bölgesidir
ve orada ard arda yağışsız iki gün göremezsiniz neredeyse. 8 gün boyunca tek
damla yağmur yağmadı ya anacım. Hayriye’ye bir sürü malzeme almıştık yeni ve bu
malzemelerin yağmura olan dirençlerini test edememiş olduk böylece.
Tulum olduk, kemençe olduk, dere olduk, aşk olduk, yol olduk…
Daha çok yolumuz var değil mi Olric?
Mehmet Ali SAYIN
YanıtlaSilHani o tehlikeli yollar var ya ah
o tehlikeli yollar. Biliyosun
Hakkari'de görevdeyken zap
deresi boyunca uzanan
yollardan gectik
ömrüm boyunca
unutamayacagım manzaralarla
karsilastim ve o an
arkadasma döndüm dedim ki
hacı ben buraya tekrar motorla
gelecegim!! O
da asker kafası ve tüm sıglıgıyla
hastr cekti.. Fotolara ayrıca
bayıldım Mehmet.. sizide cok
özlemisim :( simdi bi sigara
yaktım.
gelecege, görecegim o yerleri
2 teker sayesinde özgürlesecek
ruhuma
ithafen icime cektim bu dumani.