15 Eylül 2012 Cumartesi

İki Teker Üzeri Kaçkarlar


Üniversite yıllarımda dağcılık yaparken gitmekten kendimi alamadığım bir yerdi Kaçkar dağları. Hemen hemen her yazımın iki ya da üç haftasını bu bölgede geçirirdim. Hatta kışın ara dönemde bile gittiğim olmuştur oralara. Bir çok ülke ve farklı coğrafyalarda bulunmama rağmen bu kadar olağan üstü bir doğayla, yeşille ve iklimle daha önce hiç karşılaşmadım. Bir seferinde Kanada’lı dağcılarla karşılaşmıştım o güzelim yaylaların birinde. Bilirsiniz Kanada Dünyanın en güzel ve en yeşil ülkesi olarak bilinir. Bu dağcılar bile gördükleri manzaralar karşısında dilleri tutulmuştu. Hatta bir tanesi bana neden burada yaşamıyorsun ki diye sormuştu.



O yıllarda tırmanış çantam, çadırım ve tüm ekipmanlarım sırtımda, o bölgede, 2000-3000 metre arası yukarıdaki yaylalarda sırtları aşarak, krater göllerinin yanında kamp kurarak haftalarca yürürdüm. Hep hayalimde buralara motorsikletimle gelmek olurdu. Ama ne zaman Kaçkarlara bir motosiklet yolculuğu planlasam hep benimle gelmek isteyen dört beş kişi olur, iki teker yolculuk planını iptal etmek zorunda kalırdım. Çoğu kez Ankara’dan otostopla ikişerli gruplar halinde Samsun’da buluşup, buradan feribotla Rize’ye kadar güvertede yıldızları seyrederek varırdık. O yıllardan bugüne neredeyse yedi sekiz sene geçti. Geçtiğimiz bayram tatilinde sevgilimle beraber Arsız’a atlayıp Kaçkarlar’a yeniden merhaba demeyi planlamıştık bile. Ancak bu sefer Antalya’dan yola çıkacağımız için önümüzde uzun bir yol vardı. Yani kısaca, Türkiye’nin sol alt köşesinden sağ üst köşesine iki teker gidip gelecektik ve bu yolculuğu 8 güne sığdırmalıydık. Yolculuğumuzun sonunda Arsız’ın kilometre sayacı tam 3100km yaptığımızı gösteriyordu.



Aylardan Ağustos olunca ve Antalya’da iseniz inanılmaz bir sıcakla karşı karşıyasınızdır. Ilk gün öğlene doğru Arsız’ı yükledik. Oldukça kalın kıyafetlerimizi ve çizmelerimizi giydiğimizde o bunaltıcı sıcaktan bir an önce kaçmamız gerekiyordu. Manavgat yolundan Akseki, Konya yoluna dönüp tırmanmaya başladığımızda hava da serinlemeye başladı. Tabiki otoyollardan ziyade köy yollarını tercih ediyorduk. Akseki’nin bir dolu köyü ve ilçesini dar yollardan geçerek İbradı’ya oradan da Beyşehir gölünün yanına vardık. Hava artık sıcak değil, hatta geceleri çadırımızda uyku tulumlarımıza giriyorduk.



Akseki, Antalya’nın kuzeyinde Torosların tepelerinde bir ilçe, ancak çok güzel bir coğrafyası var. burnumuzun dibinde olmasına ragmen nedense çok az biliyoruz oraları. Mola verdiğimiz köylerde bize bin bir türlü festivalden bahsedip fotoğraflar gösterdiler, davet ettiler. Mağaralar, şelaleler ve nice güzel dağ rotaları. Oralara ayrıca bisikletle gitmek keşfetmek gerek. Hem rakım yüksek olduğundan Antalya şehrinin saçma sıcağı da Ağustos olmasına rağmen yoktu.



Beyşehir gölü büyük bir göl. Kumsalı, plajı falan da var. Kamp alanı da bulabililirsiniz kolayca. Serin bir suyu var. Sadece yanınızda kesinlikle sinkov bulundurmanız gerek. Hava kararır kararmaz vampir büyüklüğünde sivrisinekler çıkıyor meydana. Ilk günün sonunda göl kenarında çadırımızı kurduk.



Ikinci gün, Konya üzerinden Nevşehir’e doğru yola çıktık. Hayatımda ilk kez Kapadokya’yı görecektim. Bu arada Konya ile ilgili mühim bir şeyi anlatmadan geçmeyeceğim. Konya’ya girer girmez muntazam bisiklet yolları karşıladı bizi. Yani bu anlamda bir Avrupa şehrinde hissettim kendimi. Öyle kaldırım üzerine çizilmiş çizgilerden bahsetmiyorum. Tamamen olması gerektiği gibi, hem kaldırımdan hem de oto yoldan tamamen ayrılmış, bölünmüş bisklet yollları şehrin her yerindeydi. Üstelik bisiklet yollarını mavi rankle boyamışlar ve göze çarpar hale getirmişlerdi. Kavşaklar falan aynı Avrupa’daki gibiydi. Üstelik kartla bisiklet alabileceğiniz bisiklet parkları da var her yerde. E malum, durum böyle olunca Konyalılar bisikleti bir ulaşım aracı olarak kullanıyorlar. Bu arada hatırlatayım, bisikletin bir ulaşım aracı olduğunu anlatan ne bir bisiklet grubu var Konya’da ne de sol bir belediyesi var. Yani neymiş, halk isterse olurmuş. Öyle bir baskı olacak ki sistem bu yolları seve seve yapmak zorunda kalacak arkadaş. Yoksa “tamam yapacağız” şeklindeki sözleri yer durursunuz mal gibi…




Ikinci gün kampımızı Ankara’dan sevgili dostlarımızın tavsiyesiyle Ürgüp Ortahisardaki Tandır kafenin bahçesine kurduk. Burayı herkese şiddetle tavsiye ederim. Ortahisar belediye parkın içindeki Tandır kafeyi çok sevimli bir amca ve kızı işletiyor. Ortam da çok güzel, zaten bir vadiye doğru iniyor bahçesi. Çadır kurmak için para almıyorlar. Istediğiniz yere çadırınızı kurun, hatta müşteriler gittikten sonra köşke geçip döşeklerin üzerinde bile uyuyabilirsiniz muhteşem bir manzara eşliğinde. Bu Kapadokya bölgesi öyle bir günde gezilecek bir yer değil. Ayrıca gelmek lazım buralara.






Üçüncü gün Erciyes dağı bize eşlik etti yol boyunca ve Sivas şehrine ulaştık. Çifte minarenin önünde fotoğraf çektirdik. Akşam üzeri, Sivas’tan yola çıkıp Zara ilçesine oradan da Su Şehri'ne ulaştık. Zara’da verdiğimiz bir molada kamyon şöförleriyle sohbet ettik uzun uzun. Bu arada sevgili kayın kız kardeşim Fatoş, Hayriye’ye göz yaşartıcı sprey vermiş yola çıkarken. Malum, Hayriye’nin ilk uzun motosiklet yolculuğuydu, yani yollarda ise kamyoncular kötüdür, öyle bir algı vardır. Kamyonculardan korunmak için göz yaşartıcı sprey ne işimize yarayacak tartışılır da bu yargı aslında hem doğru hem yanlış. Hayatımın çoğu hep uzun yolculuklarla geçti ve yollarda gerçekten de hem çok iyi hem de çok kötü kamyoncularla karşılaştım ben. Aslında Türkiye böyle bir ülke. Başınıza her şey gelebilir. Yani beni kamyonuna alan, rotası olmadığı halde beni gideceğim yere bırakan, karnımı doyuran hatta harçlık vermek isteyen kamyon şöförleri gördüm ben. Ancak İtalyan Barış gelininin başına gelenleri de unutmamak gerek. Demek istediğim riskli bir ülke burası, hem iyiyi hem kötüyü dibine kadar yaşayabilirsin. Işte bence bu ülkenin Avrupa’daki bir ülkeden en belirgin farkı da bu.






O gün Zara’da festival varmış, hatta Muazzez Abacı geliyormuş. Bu sevimli kamyon şöförleri bizi bırakmak istemediler. Ancak biz hava kararana kadar yolculuk yapmaya kararlıydık çünkü yolumuz oldukça uzun. Bu şöför abilerle vedalaştık. Hatta Arsız’ın navigasyonu olmasına rağmen ve bunu söylememize rağmen her biri uzun uzun yolu tariff etti bize. Dediler ki, “kaybolursanız geri dönün, biz sizi misafir ederiz…”



Su Şehri'ne ulaştığımızda hava kararmıştı. Yorgunluğun da etkisinde kamp alanı aramak istemedik ve burada bir otelde konakladık. Duş almak ve yumşak bir yatakta uyumak iyi geldi. Bu arada hava artık oldukça soğuk.

Ertesi gün rotamız Şebinkarahisar üzerinden Giresun’a varmak. Bu rotayı bence herkes yapmalı. Gerçekten muhteşem bir manzara eşliğinde 2200 metreye kadar tırmanıp, Karadenizin o yeşilliğiyle beraber denize iniyorsunuz. Harika bir yol gerçekten. Yukarı zıplayıp bulutlara dokunup yere düşmek gibi gerçekten. Oldukça dar ama bir o kadar güzel bir manzarayla beraber kıvrılarak iniyorsunuz aşağı. Artık Karadeniz bölgesindeyiz, toprak ya da taş değil yeşilin bin bir tonunu görmekteyiz her yerde. Bu yol üzerinde verdiğimiz bir molada kaynak maden suyu vardı. Yol kenarında bir çeşmeden sürekli akan bu suyun maden suyu olduğuna inanmamıştım ta ki tadına bakana dek. Mevsim gereği, fındık bahçeleri bize eşlik eder oldu. Herkes fındık topluyordu ve toplanan fındıkları yol kenarlarında kurumaya bırakmışlardı. Bu fındıklardan tabi ki de yedik. Ama dikkat edin çok yemeyin, cırcır olursunuz…






Giresun’dan sonra duble yol olan Karadeniz sahil yolu bizi Ardeşen’e kadar götürdü. Yanlız ben en son geldiğimde böyle bir yol yoktu ve bu yolun yapılma sürecini vs medyadan takip etmiştim bolca. Yani şöyle bir şey, dümdüz çok şeritli bir bölünmüş yol ama bu yol bütün Karadeniz sahilini yok etmiş. Dalgalar kumları yalayamıyor, çoğu sahil şeridi betonlarla doldurulmuş bu yol için, üzerinde daha çok motorlu taşıt gitsin diye…




Fırtına vadisine girdiğimizde hava kararmak üzereydi. Çamlıhemşin’i de geçerek Ayder yaylasına doğru tırmanmaya başladık. Derelerden akan suyun sesini dinleyerek, yüksek ağaçların arasından geçip Ayder yaylasına ulaştığımızda hava tamamen kararmıştı. Ayder yaylası oldukça turistik bir yer ve bayağı kalabalık. Buraya bu kadar kalabalık hatırlamıyorum ben. Yol kenarında birisi el edip durdurdu bizi. Antalya’dan 19 motor yola çıkmışlar, eşleriyle, çocuklarıyla ve Azerbeycan’a gidiyorlar. Arsız’ın plakasından Antalyalı olduğumuzu anlayıp bizi durdurmuşlar. Biz de katıldık onlara bir kaç saat, külde Türk kahvesi içtik hep beraber, sonra ayrıldık, onlar kendi kamp yerlerine döndü biz de kamp yeri aramaya koyulduk güzel bir akşam yemeği yedikten sonra…

(Bu arada yazdıklarımı dönüp başa okuyorum arada bir. Yazdığım cümlelerden biri bana Ankara’dan eski bir arkadaşımı anımsattı. Bir gün bu arkadaşa Beypazarı turunu anlatıyordum. “25 motor Beypazarı’na gittik geçen hafta sonu” dediğimde “otobüs tutup mu gittiniz” demişti. Bu arkadaşı saygıyla anmadan geçmeyeyim dedim.)

Ayder yaylasında "kamp yapmak yasaktır" yazılı tabelalar olmasına rağmen her hangi bir düzlüğe çadır kurabilirsiniz. Bir çok çadırın olduğu hafif eğimli bir çayırlık alana çadırımızı kurduk. Uzun süredir orada çadır kurmuş insanlar vardı öyle ki komşuluk ilişkileri bayağı bir gelişmiş. Biz yerleşir yerleşmez yan çadırdan birer bardak sıcak çay geldi. Diğer bir çadırdan ise misafirlik daveti aldım. Hayriye çadıra girer girmez uyudu ancak ben saatlerce sohbet ettim dışarıda insanlarla. Bir adam vardı, kızlarıyla beraber çadırda kalıyordu ve süperlerdi. Yani bir fazla çadırı mutfak yapmışlar, yemek pişirip her bir şeyi yapıyorlardı. Bu amca daha önceden hep otele gelirmiş Ayder’e. Hep de kamp kuran insanları seyredermiş. Bir gün ben neden kamp kurmuyorum ki demiş. İşte yıllardır kamp kurup dağları gezer olmuş bu amca çocuklarıyla.





Sabah muhteşem bir manzarayla uyandık. Yeşilin yüzlerce tonu, sarp tepeler ve güneşli gökyüzü, serin bir hava, yayla evleri hemen arkamızda. Dün gece sohbet ettiğim amca kahvaltı hazırlamış kızlarıyla bizi davet etti. Biz kibarca red ettik çünkü muhlıcaz o sabah yani muhlama yiyeceğiz. Kamp kurduğumuz çayırdan aşağı doğru yürüdük sevgilimle. Çünkü yolun karşı tarafında derenin kenarında umumi bir tuvalet var. Bu tuvaletin önüne geldik, standart iki kapısı vardı tuvaletin. Birinin üzerinde erkek diğerinin üzerinde kadın yazıyordu. Ben erkek kapısından Hayriye’de diğer kapıdan girdik içeri. İçeride tekrar Hayriye’yi görünce çok korktum. Iki kapı da aynı yere çıkıyordu ve böyle bir tuvaleti ancak Karadenizde görebilirdik herhalde.





Çok fazla Karadenizli arkadaşım oldu benim. Gerçekten bu bölgenin insanını, zekasını çok severim. Hatta bu coğrafyayı, müziğini, kültürünü kıskanırım. Bence çok zeki olduklarından böyle şeyler oluyor. Nitekim Ayder’den sonra Galer düzünde kahveci laz abi Arsız’a bakıp hoş bir şiveyle “ta Urfa’dan mı geldiniz bununla” diye sorduğunda uzun sure Urfa’yı da nerden çıkarmış olabileceğini düşünüp bulamadım. Sonunda sormak zorunda kaldım “abi Urfa da nerden çıktı” diye. Laz abinin cevabı çok güzeldi, “motorun plakasından.!” Plakayı aynen yazayım, yorum sizin: 07 EJC 63.

Bu hikayeleri yaşadıkça daha eski anılarım aklıma geliyor ister istemez. Ankara’dayken yine Rizeli bir arkadaşım vardı ve bir gün Kızılay’da buluşacaktık. Buluşma saatinden önce bana bir mesaj yazdı. “Mehmet nerede buluşacaktık” diye. Ben de “İmge’nin önünde” diye cevap yazıp gönderdiğim mesaja şöyle bir cevap almıştım: “nerde nerde?”. Aynı mesajı gönderip İmge kitapevinin önünde buluşmuştuk.

Seneler once Ayder yaylasından Yukarı Kavrun’a gidişimiz çok maceraylıydı. Burada yol yok, yani olan şeye yol demek mümkün değil. Minibüsle giderdik eskiden ve çoğu kez minibüsden inip iterdik. Şimdi ben bu yolu merak ediyorum acaba Arsız’la gidebilecek miyiz diye. Arsız’a kalsa zirveye de çıkar ancak ben o kadar usta değilim maalesef. O sabah muhladıktan sonra Arsız’ı yükleyip çıktık üzerine. O muhteşem yol 8 sene öncesi gibiydi. Yolun bazı bölümlerinde dere akıyor, kayalık bölümleri var, kesinlikle düz bir tarafı yok ve en kötüsü de hep ıslak ve çamur. Yanlız Arsız bir muhteşem. Bütün bu olumsuz yol koşullarını bize hiç hissettirmiyor ve hatta sanırım çok daha mutlu böyle bir yolu tırmandığı için. Yanlız şöyle bir şey oldu. Bu bozuk yol çok işlek ve dar. Önümüzde ki jeep çok yavaş gidiyor haliylen, çünkü gerçekten kayalardan ve derelerden geçiyoruz. Sorun şu ki ben Arsız’la okadar yavaş gidemiyorum. Bir de yükümüz ağır, durmakta zorlanıyorum, zemin ıslak ve kaygan. Önümdeki aracı sollayamıyorum o kadar geniş değil. Bir de karşıdan araç gelirse önümdeki araç bazen geri geri gelerek yol veriyor. Bu durum en kötüsü çünkü ben geri geri gidemiyorum. Yol boş olsa hoplaya zıplaya çabucak varacağız Arsızla Kavrun’a ama olacak gibi değil. Galer düzünde Arsız’ı bırakıp son 6 km için minibüse biniyoruz.





Yukarı Kavrun Kaçkar dağlarının zirvesinin hemen altında bir yayladır ve yanlış bilmiyorsam yaklaşık 3000metre rakımlı Kaçkarların en yüksek yaylasıdır. Bulutlar altınızdadır. Sis denizinin üstünden bakarsınız. Güzel bir deresi vardır. Gerçi Kaçkarlarda her yer sulaktır. Her yer yeşildir. Her yer ahşap yayla evleri ve sıcak insanlarla doludur. Hava yağmurlu değilse her daim birileri Tulum çalar horon tepilir. Soğuğa kimse aldırış etmez. Ağustos olmasına ragmen Antalya’nın kışından bile daha soğuk bir hava vardı. Iki gün kamp attıktan sonra dönüş yoluna geçmek üzücü oldu gerçekten.









Tekrar sahil yoluna çıkıp Trabzon, Giresun, Ordu ve Samsun’a ulaşıp güneye kıvrıldık. Ankara ve Afyon üzerinden Antalya’ya dönmüş olduk. Karadeniz’in o güzelim yeşilinden çıkıp bozkır iç Anadoluyu geçmek çok sıkıcı oldu.

Neredeydi anımsamıyorum ama Şebinkarahisar Giresun yolu için birileri çok tehlikeli oralarda teröristler var demişti. Bizim de en çok etkilendiğimiz ve beğendiğimiz yollardan birisi bu etaptı. Bu olay bana daha önce yaptığım bir motosiklet yolculuğumu anımsattı. Hacettepe’de asistanken bir yaz bir ay boyunca o zamanki motosikletim Yüce Ruh ile Türkiye’nin sınırlarını gezmiştim yanlız. Adana’dan Osmaniye’ye giderken bir kahvede mola vermiştim. Acayip uzun bıyıkları olan bir amcayla sohbet etmiştim o kahvede. Bu amcaya “pala amca” diyorlardı bıyıklarından dolayı. Pala amca bana hiç unutmuyorum Sorgun yaylasına gitmemi tavsiye etmişti. Git bu gece orada kal demişti. Ben de doğaçlama hareket ettiğimden neden olmasın demiştim. Sonra bana bir not yazıp vermişti. Notta “bu arkadaş misafirimdir. Pala.” Yazıyordu. Bu notu Sorgun’a gittiğinde şu kasaba ilet demişti. Yanlız “yayla yoluna saptığında asvalttan sakın ayrılma. Toprak yola grime. O yol tehlikeli, orada teröristler var.” demişti. Pala amcanın notunu cebime koyup Sorgun’un yolunu tutmuştum. Yolda karşılaştığım insanlar da o “tehlikeli” yoldan bahsetmişlerdi bana “sakın grime” demişlerdi. Yaylaya vardığımda Pala’nın söylediği kasabı bulup notu vermiştim. Kasabın sahibi 45 dakika sonra gelmemi istemişti benden. Dediğini yapıp geri geldiğimde bir tepsi dolusu kebap vermişti bana. Kendisi hazırlamış yan taraftaki taş fırında da pişirtmişti. Bu kadar eti nasıl yerim dediğimde yersin merak etme demişti ve gerçekten de afiyetle yemiştim ve üstelik kasap benden hiç para almamıştı. Ertesi gün kasap amcayla vedalaşırken o da o tehlikeli yoldan bahsetmişti. Benim için başka bir yol yoktu o tehlikeli yola girmekten başka. Ve o yol hayatımda gördüğüm en güzel yoldu. Sık ve devasa ağaçlardan oluşan ormanı yararak aşağıya inmiştim. Büyük bir dere bana eşlik etmişti. Yol hiç kullanılmadığından olsa gerek bazı ağaçlar devrildiğinden Yüce Ruh’u bu ağaçların üzerinden atlatmak zorunda kalmıştım. Yol gerçekten de ıssız, uzun, yorucu ve bir okadar da güzeldi. Ve bu yol beni küçük bir köyün ortasına çıkarmıştı. O gün o köyde bir düğün vardı ve herkes halay çekiyordu. Beni çok güzel ağırlamışlar ve iki gün o köyde kalmıştım…



Ön yargıları yıkmak atomu parçalamaktan zordur demiş güzel bir adam…

Bu arada “bu arkadaş misafirimdir. Pala.” notunu uzunca bir süre sakladım ve yolu oralardan geçen bir kaç arkadaşıma bu notu verdim. Onlar da o kasaba uğrayıp karınlarını doyurdular. Sonra notu kaybettim. Umarım kasap iflas etmemiştir…

Kaçkarlar’a en sonunda iki teker gitmiş oldum. Hem de sevdiğim, yol arkadaşımla. Bu arada Karadeniz ülkenin en çok yağış alan bölgesidir ve orada ard arda yağışsız iki gün göremezsiniz neredeyse. 8 gün boyunca tek damla yağmur yağmadı ya anacım. Hayriye’ye bir sürü malzeme almıştık yeni ve bu malzemelerin yağmura olan dirençlerini test edememiş olduk böylece.

Tulum olduk, kemençe olduk, dere olduk, aşk olduk, yol olduk…

Daha çok yolumuz var değil mi Olric?



1 yorum:

  1. Mehmet Ali SAYIN
    Hani o tehlikeli yollar var ya ah
    o tehlikeli yollar. Biliyosun
    Hakkari'de görevdeyken zap
    deresi boyunca uzanan
    yollardan gectik
    ömrüm boyunca
    unutamayacagım manzaralarla
    karsilastim ve o an
    arkadasma döndüm dedim ki
    hacı ben buraya tekrar motorla
    gelecegim!! O
    da asker kafası ve tüm sıglıgıyla
    hastr cekti.. Fotolara ayrıca
    bayıldım Mehmet.. sizide cok
    özlemisim :( simdi bi sigara
    yaktım.
    gelecege, görecegim o yerleri
    2 teker sayesinde özgürlesecek
    ruhuma
    ithafen icime cektim bu dumani.

    YanıtlaSil